Ara
Close this search box.

Hatay ve Savarona

Screen Shot 2021-12-06 at 8.35.42 PM

Sabiha Gökçen’e baktı ve “çocuk” dedi, “akşamki yemeğe üniformanı giy, tabancanı beline tak ve öyle gel, sana anlatacaklarım var”.

Atatürk aslında Hatay sorununu çözmek için ilk adımı Ankara Antlaşması ile atmıştı ama Fransızlar verdikleri sözde duracağa benzemiyordu. Hatay davasının görüşülmekte olduğu yıllarda, işte tam da o akşam o zamanki Ankara’nın meşhur lokantalarından Karpiç’te Fransız elçisinin de katılacağı bir akşam yemeği verilmişti.

Sabiha Gökçen yemekte üniforması üzerinde, tabancası belinde ancak gözleri pür dikkat Atatürk’ün üzerindeydi. Atatürk, Fransız Büyükelçisine biraz da yüksek sesle hararetli bir şekilde Fransa’nın tutumundan duyduğu rahatsızlığı anlatıyordu. “Hatay” dedi, “benim şahsi meselemdir. Ben bugüne kadar bu halka ne söz verdiysem yerine getirdim. Biz Hatay’a gireriz. Öyle ya da böyle. Bunun ciddiyetini hükümetinize gereğince anlattığınızdan emin olmak istiyorum zira bu mesele beni çok üzüyor”.

Screen Shot 2021-12-06 at 8.50.23 PM

Atatürk’ün sözlerini bitirmesiye beraber arka taraftan bir genç yüksek sesle haykırır, “Atam, sizi üzen bizi de üzer, sizi üzeni de biz üzeriz”. Bu sözler daha sona ermeden Atatürk ile bir an gözgöze gelen Sabiha Gökçen işareti alır ve atılır; “Hatay asırlardır Türk yurdudur. Türk gençliği bu yurdun Fransız egemenliğinde kalmasını kabullenemez! Hatay bizim kanımız, feda olsun canımız” dedikten sonra silahını çeker ve tavana doğru ateşler.

Herkes şaşkındır. Polisler koşarak içeri girer ancak Sabiha Gökçen’i elinde silahla görünce duraksarlar, şimdi ne yapacağız dercesine Atatürk’e bakarlar. Bütün gözler Atatürk’e dönmüştür. O ise ayağa kalkar ve “göreviniz neyi gerektiriyorsa onu yapın”der. Sabiha Gökçen tutuklanır.

Fransız elçisine müthiş bir mesaj verilmiştir.

Aradan biraz zaman geçmiş, Atatürk Fransızlara gözdağı vermek üzere Adana gezisine çıkmış, manevraları yerinde izlemişti.

Screen Shot 2021-12-06 at 8.48.56 PM

Hastadır, ayakta duracak hali yoktur ancak tüm dünyaya güçlü görünmek, Hatay konusunda ilmik ilmik dokuduğu politikayı bir an önce sonuçlandırmak için olağanüstü bir gayretle planını takip etmeye devan etmektedir.

İstanbul’a dönerler.

Screen Shot 2021-12-06 at 8.44.12 PM

İkinci sahne Savarona yatında geçmektedir.

Hastalığı ilerlemiştir. Kimseye görünmemek ve Hatay konusunu takip etmek için

Savarona yatındadır ancak bitkinlik ve acıdan artık oturacak hali bile yoktur.

Bu hale gelene kadar neden Savarona yatındaydı?

Çünkü kendi böyle istemişti.

Hatay kurtulmadan dönmek istemiyordu.

Screen Shot 2021-12-06 at 8.37.06 PM   Screen Shot 2021-12-06 at 8.41.20 PM

Zaten hastalığının hızlı ilerleme sebebi de, Adana ve sınıra yaptığı son derece yorucu seyahatti. Herkes onu yatta biraz tatil yapıyor sanıyordu ama o güvertede talimatlarını hazırlarken çevresinde 40’dan fazla leğen vardı. Leğenlerin içi su ve buz kaplarıyla doluydu. Yanıyordu, hastaydı.

İcişleri Bakanı Şükrü Kaya gelip leğenlere bakınca “çocuk işte benim içimdeki organlarda aynı bu leğendeki buzlar gibi suların içinde yüzüyor” dedi. Sonra yüzünün ifadesi değisti, doğruldu ve “bana bak” dedi, “sen hem bakansın hem de partinin genel sekreteri. Hemen Ankara’ya gidiyorsun. Ben bu Cumhuriyet’i kendime kurmadım. Mutlaka benim bu halim sonrası tedbir alanlar olacaktır, sizler de derhal karşı tedbirler için hazırlanmalısınız. Beni burada bırakın, Meclis’e ve Vatan’a sahip çıkın” dedi. O halde bile aklında olan sadece ülkesi ve vatandaşlarıydı.

Screen Shot 2021-12-06 at 8.44.45 PM

4 Temmuz gecesi Celal Bayar’ı arayın bana dedi. “Derhal Fransa hükümeti ile temas kurun ordu yarın Hatay’a girecek. Öyle girecek, böyle girecek, şimdi tam sırasıdır, sakın geciktirmeyin’ dedi. Dedi ama onun en büyük destekçilerinden, en sadık dostlarından Tevfik Rüşdü Aras bu haber üzerine birden istifasını sunmak istedi. Bayar ve Soyak çok kızdılar, “nasıl böyle bir şey yaparsın, Atatürk Hatay için hayatını veriyor sen istifanı sunuyorsun, delirdin mi”? Aras cevap verir, “yüzde bir şansım olduğuna inansam tamam derim ama bugün Pazar. Fransa’ya nota verip ertesi gün topraklarına gireceğiz. Pazar günü nota verilir mi, bunu nasıl yapabiliriz”?

Celal Bayar “dur bakalım Doktor Bey, bir nefeslen” der ve Aras’a zamanında Tahran’a yapmış oldukları seyahatı hatırlatır.

3

Hikaye şöyledir. İran ile Türkiye arasındaki sınırlar konusu bir türlü sonuçlanmaz. O zamanlar Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik Rüştü Aras’ın Tahran’a gönderilmesi kararlaştırılır.

Bu seyahate Celal Bey’de katılır ve yaşananları daha sonra böyle kaleme alır.

İran’ın Başbakanı Firugi Han’dı. Tahran’da Başbakanlık Sarayı’nda sınır konusu toplantılarına bizzat katılıyordu. Bazı stratejik noktaların bizde kalması konusunda ısrar ettiğimiz için bir türlü bir anlaşmaya varılamıyordu. Konuşmanın en çetin bir safhasında Dr. Rüştü Aras, Firugi Han’a “size bir teklifim var, görülüyor ki, bu işi karşılıklı olarak bizler halledemeyeceğiz. Bu sebeple ben Şah Hazretlerinin hakemliğini hükümetim namına kabul ediyorum” deyiverdi.

Ben dahil herkes şaşırdı. Figuri Han da mutlaka kendi kendine bu ne acayip bir teklif diye düşünüyordu. Konunun İran lehine sonuçlanması kesin gözüyle görülüyordu. Figuri Han “peki bir kere Şah Hazretleri’ne arz edeyim” dedi.

Arz etmiş, Şah da hakemliği kabul etmişti. Nihayet konuşmalar sona erdi ve sonunda Şah’ın hakemliği sayesinde biz, istediklerimizden çok daha fazlasını aldık.

Uçağa bindiğimizde “tebrik ederim Tevfik Bey, ancak çok tehlikeli bir hamleydi, kelle gidebilirdi” dedim şakayla karışık.

Dr. Tevfik Rüştü gülümsedi. “Ben hükümet yetkimi aşarak resmi olmayan bir talepde bulundum istediklerimizden fazlasını aldık. Alamasaydık yetkimi aştığım için geçersiz sayılacaktı. Fikir benim değil, Atatürk’e ait” dedi.

Atatürk dehasını bir kez daha göstermişti.

1

Bunu Doktor Bey’e bir kez daha hatırlattım ve gerçekten de her şey Atatürk’ün dediği gibi oldu. Atatürk çok hastaydı, tükenmişti ancak 5 Temmuz’da Hatay kurtulmuştu. İşte öyle bir liderdi Atatürk. 15 senedir ayağını sürüyen ve Hatay için olumsuz cevap veren Fransa’yı diplomasi ile sıkıştırmış, 56 günde sedye üzerinde yattığı yerden durumu yöneterek Hatay’ı kazanmıştı.

Kimsenin hasta olduğunu da duymasını istemiyordu. Atatürk 1 Haziran’da çıktığı Savarona’dan 26 Temmuz’da ayrılmıştı. Hatay’ın kurtuluş haberini aldı ve hemen bir kahve söyledi. “Çocuk” dedi, şimdi tedavime başlayabilirsiniz”.

Screen Shot 2021-12-06 at 8.50.45 PM

Böyle demişti demesine ama kimselere hasta olduğunu göstermemek için ne hastaneye gitmişti ne de başka bir yere. Güya Savarona’da keyif yapıyordu. Oysa bir deri bir kemik kalmış, ağrılar içinde kıvranıyordu.

“Paşam” dediler, “nasıl götüreceğiz kimselere görünmeden, oturamıyorsunuz, şu işi 20 gün önce yapsaydık”!

“Hayıflanmayın” dedi, şu büyük divanı getirin buraya, kimselere görünmeden bir prova yapalım bakalım”.

Kılıç Ali ve Salih Bozok yanlarında Faik isimli bir polis ve Cevat beraber divanı getirdiler. Atatürk’ü kaldırıp oturtmaya çalıştılar ancak Atatürk 42 kiloydu, oturamıyordu. Acı içinde “uzanmam lazım çocuk” dedi.

Divana uzandı. Divanı kaldırıp denediler ve evet, tam tur atarak dönebilmişlerdi ancak Savarona Dolmabahçe’ye yanaşamıyordu. İp merdivenden bir sandala veya motora inip Dolmabahçe’ye o şekilde geçmek gerekiyordu. Hasan Rıza Soyak ve diğer doktorlar da geldiler ve bu macera başladı. Çanakkale’de Dumlupınar’da arslan gibi kükreyen, cephenin en önünde, mehmetçiğin en ilerisinde düşman üzerine atılan efsane, bir divana uzanmış halde ilerlerken yanındakiler göz yaşlarını saklamaya çalışıyorlardı. Dolmabahçe’nin ışıkları söndürülmüştü. Atatürk kimsenin kendisini o durumda görmesini istemiyordu. Kıyıya yanaştılar, önce Hasan Rıza Soyak atladı, nöbetçiye ışıkları söndürün” emrini verdi.

Savarona’nın altında “Saldıray ve Yıldıray” denizaltıları vardı. Atatürk’ün donanmaya kattığı bu iki denizaltı bir anda su yüzune çıkmıştı. Tam bir dakika içinde tüm askerler hazırola geçmişler ve selam durmuşlardı. Atatürk kıyıya çıkarılınca tüm gücünü toplamaya çalışarak elini kaldırdı ve “Allahaısmarladık” dedi.

Öylesine bir “Sağol’ sesi patlamıştı ki, çevredekiler artık hıçkırıklara boğulmuştu.

Keşke sağ olabileydi.

Bu mehmetçik ile son görüşmesiydi. Yürüyemediği için asansörle yukarı çıkarıldı ve gözlerini yumacağı Dolmabahçe 71 numaralı odasına getirildi.

Tarih 29 Ekim 1938. Cumhuriyet Bayramı. Artık Büyük ATA’nın sağlık durumu, oldukça ağırlaşmış, odasında, yarı uyku halinde, bitkin bir şekilde yatmaktadır. Oysa Ankara gitmek istemektedir. “Ne olacaksam orada olayım” diyen Atatürk doktorlara,”bütün mesuliyet benimdir, Ankara’ya mutlaka gideceğim” der ama artık yatağından bile kalkamamaktadır.

O sırada Dolmabahçe Sarayı’nın önünden geçen bir vapurun içerisinde büyük bir patırdı kopar ve tüm dikkatler oraya yönelir.

Vapur, Askeri Lise öğrencileriyle doludur.

Cumhurbaşkanlığı boyunca ilk kez Ankara’daki törenlere katılamayan ve durumu oldukça ağır olan Atatürk’ü görmek isteyen öğrenciler, bindikleri vapurun kaptan köşküne çıkarlar ve “vapura el koyuyoruz” derler. Kaptan şaşırır, “siz de kim oluyorsunuz, neden el koyacakmışsınız bakayım” der. Gençler de Dolmabahçe önüne gidip Ata’mızı görmek istiyoruz” şeklinde cevap verirler. Bu cevabı alınca Kaptan gülümser ve “o zamam tamam” der.

Gençler Dolmabahçe önünde göz yaşları içerisinde, ellerindeki bayrakları, çiçekleri ve şapkalarını sallayarak haykırmaktadırlar. ”ATA’mızı görmek istiyoruz! Sonra birden hep bir ağızdan İstiklal Marşımızı söylemeye başlarlar. Dolmabahçe Sarayı inlemektedir. Yanında manevi kızlarından Sabiha Gökçen olan Atatürk, gençlerin sesini duyunca heyecanlanır, yatağında doğrulur ve heyecanla pencereden bakan Sabiha Gökçen’e seslenir, “bak Gökçen, gençlerimin sesi. Duydun mu, beni istiyorlar”. “Evet paşam”, der Gökçen,”Bir vapur dolusu genç, Askeri Lise öğrencileri. Cumhuriyet Bayramı törenlerinden dönüyor olmalılar. Atatürk, “ çocuklarım, benim çocuklarım” diye fısıldar, gözlerinden yaşlar süzülmektedir. Bu sırada içeriye doktor Neşet Ömer ve Salih Bozok girer. Atatürk heyecanını onlarla da paylaşır.”Duyuyor musunuz” “Evet Paşam” derler gözleri dolarak “duyuyoruz”. “Onlar, Cumhuriyeti emanet ettiğim gençlerimiz” der gururla. Sanki bir anda iyileşmiş, güçlenmiştir.

Oysa Atatürk’ün odasının yanındaki nöbet odasında Kılıç Ali, pencereyi açmış, gençlere “gidin!” diye işaret etmektedir. Gençler işareti verenin Atatürk olduğunu sanarak iyice coşmuşlardır. ”Yaşa ATATÜRK, Varol ATATÜRK!” diye bağırmakta, bazı gençler vapurdan suya atlayarak, saraya doğru yüzmeye çalışmakta,”ATAmızı görmek istiyoruz!” diye haykırmaktadırlar.

Atatürk çok duygulanır. “Çocuklarımı görmek istiyorum”. Buraya kadar gelmişler, hiç değilse onlara el sallamalıyım, beni pencereye götürün!” emrini verir. Salih Bozok hemen pencere önüne bir koltuk koyar. Sonra Atatürk’ü giydirirler. Bu giyinme ona büyük ıstırap verir, ama yüzünden boncuk boncuk terler süzüldüğü halde, sesini çıkartmaz.

Sonra nöbet odasından koşup gelen Kılıç Ali’nin de yardımıyla ATA’yı penceredeki bir koltuğa götürüp oturturlar.Atatürk giyinmiş, başı dik, sanki hiç günleri sayılı bir hasta değilmiş gibi, gençlere gülümseyerek el sallar. Gençler Atatürk’ü pencerede görünce, iyice coşarlar ve sanki denizde kıyamet kopar. Hep beraber alkışlayıp, ”Büyük ATATÜRK” diye haykırdıklarında, yer gök inler. Gençlerden birkaçı daha üniformalarıyla vapurdan atlayarak ATA’larına doğru yüzmeye daha sonra da marşlar söylemeye başlarlar. Bu manzaraya bakarak duygulanan Atatürk’ün gençlere salladığı eli, gittikçe gücünü kaybederek yana düşer. Gözyaşları içerisinde “yoruldum çocuk” der. Kılıç Ali ve Salih Bozok, onu koltuğu ile kucaklayarak, yatağının yanına getirirlerken, dışarıdan gelen tezahürat sesi, gittikçe yükselmektedir.

Paşanın “Onları gördüğüm için mutluyum” derken, yumduğu gözlerinden ip gibi yaşlar süzülmektedir.

Screen Shot 2021-09-11 at 10.58.56 PM

Ve tarih 10 Kasım 1938.

İstanbul Üniversitesi’nde saat 9’u 5 geçe Atatürk’ün ebediyete göçtüğü haberi duyulmuştur. Ağlayanlar, hıçkıranlar, herkes büyük bir üzüntü içinde. Hukuk Fakültesinde Alman profesör de ne yapacağını kestiremez. Derse girsin mi, girmesin mi, bir türlü karar veremez. O şaşkınlıkla rektöre gidip sormanın daha doğru olacağını düşünür ve ve doğru rektörün odasına gider. ”Efendim”der, bilemedim, ne yapsam, derse girsek mi, girmesek mi, ne yapmak gerekir”?

Rektör bakar ve ”sizde büyük bir adam ölümce ne yaparlarsa, onu yapın” der. Alman

Profesör’ün cevabı manidardır. “Efendim” der, ”bizde bu kadar büyük bir adam ölmedi ki”!

Bu yazıyı paylaş:
Facebook
Twitter
LinkedIn
Kaya Boztepe

Kaya Boztepe

Bir Yanıt

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir