Ara
Close this search box.

Hitler ve Atatürk

Hitler demokratik bir seçimle göreve gelmiş ve seçildikten sonra demokrasiyi rafa kaldırmış bir diktatördü. Her şey onun iki dudağı arasında bitiyordu. Ne anayasa, ne mahkeme, ne hak ne de hukuk kalmıştı. Yalanlarla dolu inanılmaz bir propaganda kampanyası başlatmıştı.

Nazi propaganda bakanı Goebbels, aynı zamanda Adolf Hitler’in yakın arkadaşı ve sağ koluydu.

Onun propaganda taktikleri günümüzde hala konuşulmaktadır.

‘’İnsanların beyin tembelliğini gördükçe, her istediğimizi yapabiliriz, yalan söyleyin, mutlaka inanan çıkacaktır. Yalana devam edin çünkü bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız, insanlar ona o kadar fazla inanırlar”.

“Bir insana yalan olsa bile bir söylemi sürekli tekrarlarsanız, o söylemin nereden geldiğini unutur ve kendi fikri gibi benimser ve savunur, söylediğiniz yalan ne kadar büyük olursa o kadar etkili olur ve insanların o yalana inanması da o kadar kolaylaşır”.

“Halkı her zaman ateşleyin, asla soğumasına ve düşünmesine izin vermeyin, halk büyük yalanlara, küçük yalanlara göre daha çabuk inanır”.

“Hatalı olduğunuzu ya da yanlış yaptığınızı ve asla rakibinizin üstün bir yanı olduğunu kabul etmeyin, kendinizden başka birine hareket alanı bırakmayın”.

“Asla kabahat ve suç üstlenmeyin, sadece bir rakibinize odaklanın ve kötü giden her şeyin suçunu onun üzerine yıkın”.

“Yargı devlet hayatının efendisi değil, devlet politikasının hizmetkârı olmalıdır”.

“Bana vicdansız bir medya verin, size bilinçsiz bir halk sunayım”.

“Her zaman etrafınızda bir yalaka ordusu bulundurun”.

“İlk sözü kim ne kadar güçlü ve bağırarak söylerse, o kazanır, önemli olan aydınlar değil kitlelerdir. çünkü onları kandırmak çok kolay”!

Hitler ve onun sağ kolu olan Propaganda Bakanı Goebbels, 7 Nisan 1933 tarihinde hukukla yakından uzaktan ilgisi olmayan bir yasa çıkartırlar. Safkan, yani Aryan ırkından olmayanların ve özellikle Yahudilerin veya rejim karşıtı (anti-nazi) olanların sindirilmesi, sırasıyla önce işlerinden, daha sonra toplum yaşamından soyutlanması ve nihayet yeryüzünden silinmeleri sürecinin yeşil ışığıdır bu yasa. Doğal olarak da, ilim ve ilmin ışığından korkan her diktator gibi, önce eğitimi gözlerine kestirirler. Mantıktan uzak, başta gençler olmak üzere halkı diledikleri gibi yönlendirebilmek için kendi eğitim sistemlerini yerleştirirken, özellikle Yahudi kökenli veya sosyalist eğilimli akademisyenler, tarihi bilim ve irfan yuvalarından dışlanarak faaliyet göstermeleri önce kısmen, daha sonra da tamamen yasaklanır.

Almanya’dan ve daha sonra Avusturya’dan, kaçan bilim insanları ve akademisyenler sığınacak limanlar aramaktadırlar. Einstein gibi ünlü bilim insanlarının bir kısmı Amerika’ya kaçarlar ancak Avrupa’da kalmayı yeğleyen çoğunluğun ilk durağı ise Zürich’tir. İşte Mart 1933 de İsviçre’ye iltica eden, Frankfurt Tıp Fakültesi Patoloji Enstitüsü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Philipp Schwartz bunlardan biridir. Hatta burada bir de ‘’Yurtdışındaki Alman Bilim Adamlarına Yardım Cemiyeti’’ isimli derneği kurar.

Aynı dönemde Türkiye’nin gündeminin birinci maddesi eğitimde reformdur. Sakarya savaşı öncesi top sesleri Polatlı’ya kadar ulaşmışken, meclisi Konya veya Kayseri’ye taşıyalım tartışmaları yaşanırken, ‘’cehaletle savaşmak, düşmanla savaşmaktan daha kolay değildir’’ diyen, henüz Lozan bile imzalanmamışken yurtdışına burslu öğrenci gönderen, asker ocağını okul gibi kullanan, halkevlerini açan bir liderden de başka bir şey beklenemezdi tabii.

Genç ve dinamik Türk Cumhuriyeti’nin, en kısa zamanda çağdaş medeniyet  ilkesine ulaşabilmesi için Milli Eğitim Bakanlığı Atatürk’ün direktifleriyle gece gündüz çalışmaktadır. Almanya ve Avusturya’da karışıklıklar devam ederken Atatürk, tarafsız ve objektif bir rapor hazırlaması için Cenevre Üniversitesi’nden Pedagoji öğretim üyesi Prof. Albert Malche’i Türkiye’ye davet eder.

19 Ocak 1932’de hiç zaman kaybetmeden çalışmalarına başlayan Prof. Malche, öğretim üyeleri ve öğencilerle görüşerek, zaman zaman derslere ve hatta sınavlara girip durumu gözleyerek  düzenlediği ana hatlarıyla 95 sayfa olan geniş ayrıntılı değerlendirme raporunu 29 Mayıs 1932’de sunar. Raporu okuyan Atatürk’ün yorumu kısadır! “Bildiğimiz başka, hakikat başka”.

Atatürk raporu inceledikten sonra karar verir. Yurt dışına eğitim için gönderilen ve gönderilecek öğrencileri bekleyecek zamanımız yoktur. Acilen fen ve bilimin güncelliğine uyabilmek ve ülkeyi kalkındırmak için eldeki kısıtlı kadroyu, yurtdışından getirtilecek bilim adamlarıyla tamamlamak, disiplinli bir eğitim sistemi yerleştirmek gerekmektedir.

Derhal talimat verir ve 6 Haziran 1932’de İsviçre’ye dönen Prof. Malche, yeni sistemde görev almak üzere bazı bilim adamlarıyla temaslarına başlar.

Bundan sonra üniversite reformu ile ilgili tüm çalışmaları 19 Eylül 1932’de atanan Maarif Vekili Reşit Galip’in başkanlığında, Avni Başman, Rüştü Uzel, Kerim Erim ve Osman Horasanlı’dan oluşan bir ekip hızla yürütmeye başlar.

Bu arada çok ilginç bir gelişme yaşanır.

Hitler, ülkeden kovulan ve kaçan bilim insanları ile Atatürk Türkiye’sinin ilgilendiğini duyunca küplere biner. 8 Mayıs 1933 günü Berlin’deki makamına öfkeyle gelerek “Benim ortadan kaldırmak istediğim bu Yahudi alayı’nı Mustafa Kemal koruyamaz. Buna müsaade etmem” der ve Atatürk’e tehdit kokan bir mesaj gönderir.

“Bu komünist profesörleri ülkenize sokmayınız!”

Mesajı Atatürk’e getiren ve ‘’bu güzel gelişme demek burada son bulacakmış’’ diye düşünen Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ve Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip’e Atatürk,ün verdiği cevap son derece keskin ve kararlıdır. 

“Bir onbaşı beni cinayetlerine alet edemez, derhal Türkiye’ye sığınmak ve Türk Üniversitelerinde görev yapmak isteyen Alman profesörlerle ilgili işlemleri hızlandırın!’’

5 Temmuz 1933 günü Prof. Philipp Schwartz,  Prof. Albert Malche ve Prof. Rudolf Nissen İstanbul’a gelerek Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip ile görüşürler ve anlaşmayı imzalarlar. 

Dr. Reşit Galip toplantının kapanış konuşmasında şöyle der. “Bugün alışılmışın dışında, örneği gösterilemeyecek bir iş yapılan gün oldu.  500 yıl kadar önce İstanbul’u kuşattığımız zaman Bizanlı bilginler İtalya’ya göç etmişti, buna engel olamamıştık.  Sonuç olarak Rönesans gerçekleşti. Bugün ise Avrupa’dan bunun karşılığını alıyoruz!”

Durun daha bitmedi.

İtibar nedir, saygınlık neye denir?

Avrupa’dan Türkiye’ye gelen ve gelmek üzere anlaşma yapmış tüm bilim insanları bir gecede Türk vatandaşlığına alınır. Durum Nazi yönetimine bildirilir ve bu vatandaşlar için can güvenliği istenir. Nazi Yönetimi de, Türkiye’nin bu hamlesi karşısında direnmez ve bu isteklerini kabul eder.

Tüm bilim insanları, Almanya’dan Türkiye’ye gelmeye başlar ancak bunlar arasında 3 kişinin durumu oldukça risklidir.

Dessaur ve Kessler Nazi takibi altında ve Atatürk’ün ısrarla üzerinde durduğu Kantorowicz ise toplama kampındadır. Schwartz; hükümete listeyi sunduğunda, Kantorowicz’in durumu o kadar umutsuzdur ki, isminin üzeri kırmızı kalemle çizilmiştir.

Bunun üzerine Atatürk, Nazi Hükümeti ile irtibata geçilip bu 3 bilim insanının da Türkiye tarafından davetinin resmi olarak yapılması talimatını verir.

Davet yapılır, Nazi hükümetine mektup yazılır ancak bu mektuba tam iki ay hiç bir şekilde cevap alınmaz. Kolay değil, sonuçta mücadele edilen taraf, Avrupa’yı titreten Nazi hükümetidir.

Kaldı ki istenilen şahıslar hem gözaltında olan hem de toplama kampında tutulan esirlerdir.

İşte şimdi itibar nedir, saygınlık nasıl olur konulu dersimize geçiyoruz, dikkatle okuyun lütfen.

Atatürk, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ı çağırır ve ‘’derhal Almanya’ya bir nota çekeceksin’’ der. ‘’Sor bakalım neden cevap vermezlermiş, bu durum Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti’ne kasıtlı bir hareket midir diye soracaksın, aynen de böyle soracaksın’’ der.

Bu nota sonrasında, Almanya’dan istenilen bilim adamlarını 48 saat sonra Türkiye’ye gönderilir.

Nasıl, beğendiniz mi?

Atatürk daha reform çalışmalarının başında, Prof. Einstein’in Türkiye’ye gelmesini istemiş, ancak ünlü bilim adamı ABD de imkanlar çok daha fazla olduğundan Princeton Üniversitesi’ni tercih etmişti.

Türkiye’de bu olumlu gelişmeler gerçekleşirken Hitler, İkinci Dünya Savaşı’nı başlattığı günlerde, Almanya ve Avusturya’da Nazi zulmünden kaçarak Türkiye’ye iltica eden bilim adamlarının ülkemizde ikametlerinden hala tedirgindir. Alman Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Herbert Scurla 1939 yılında Türkiye’ye gelerek Maarif Vekili Hasan Ali Yücel ile görüşür ve  “Bu bilim adamlarını bize geri veriniz. Size Almanya’nın en parlak beyinlerini gönderelim” mesajını iletir. Ancak Türkiye, o an Avrupa’nın ve belki de dünyanın en güçlü devleti durumunda olan Almanya ile ilişkilerinin bozulması pahasına da olsa baskıya boğun eğmez ve profesörler görevlerine devam eder. Türk üniversitelerinde görev yapan ve kalıcı eserler bırakan bu yabancı hocaların  girişimiyle tıptan mühendisliğe, tarımdan edebiyata, müzikten güzel sanatlara hemen hemen tüm dallarda öğretim geliştirilmiş, günümüzde çoğu hayatta olan bir sonraki kuşak bilim adamları yetiştirilmiştir.

O kara gün gelip çatmıştı.

10 Kasım 1938.

Bir ülke ağlıyordu.

İstanbul’da tam derse girecekken acı haberi alan Prof. Arndt şaşkındı.

Derse girmeli miydi, yoksa dersi iptal mi edecekti. Karar veremedi. Rektörün yanına gitti. Mustafa Kemal’in ölüm haberi üzerine, dersi iptal edip etmeyeceğini sordu.

Rektör de şaşkındı. “Almanya’da böyle kimseler öldüğünde ne yapılıyorsa onu yapınız” dedi.

Prof. Arndt kafasını iki yana salladı ve o tarihi cevabı verdi.

“Almanya’da şimdiye kadar böyle büyük bir adam ölmedi ki!”

Prf.Arndt’ın oğlu Walter, başlayan savaşta Nazilere karşı Polonya Ordusu saflarına katıldı ve esir düştü. Fakat Türk Hükümeti, onu bile kurtarmayı başardı. Atatürk Türkiye’si öyle itibarlıydı ki, o öldükten sonra bile etkisi sürüyordu.

Bruno Taut, Türkiye’de modern mimari eğitimini başlatan isimdi.

Atatürk’ün ölümünün ardından katafalkının tasarımı işini sen yapar mısın diye sordular.

Gözlerinden akan yaşlara manı olamadan, ‘’onur duyarım’’ dedi.

Karşılığında ücret konusunu sorduklarında ise “böyle bir öneri bile beni derinden üzer” dedi.

Philip Schwartz; en zor dönemde kapılarını açan Türkiye için “Batı’nın pisliğinin bulaşmadığı harika bir ülke” diyecekti.

Erich Frank savaşın ardından, Alman Tıp Akademisi üyeliğine seçilmesine ve altın liyakat Madalyası ile ödüllendirilmesine rağmen geri dönmedi.

Frank yıllar sonra “Tüm Dünya kapılarını kapattığında, Türkiye kollarını açarak bağrına bastı” diyecekti.

Prof. Clemens Bosch ülkemize o kadar bağlandı ki, Emin ismini alarak müslüman oldu.

Von Hippel anılarında “Belki de Atatürk’le arkadaş olacağım diye içimden gizlice seviniyordum. Biz burada tamamen Türkleştik. Yeni bir vatan bulduk. Askerlik yapmam gerekse seve seve yapardım” diyecekti.

“Erich Frank o kadar ünlü olmuştu ki; insanlar İstanbul dışından ona tedavi olmak için şehre geliyordu.”Frank’a götürülür” sloganıyla çalışan aracılar bile ortaya çıkmıştı.

Kimya Enstitüsü’nün başına getirilen Fritz Arndt, görevinin yanında, yabancı terimleri Türkçe’ye çevirmeye de başladı. Çözelti, çözünme, tartı, seyreltik ve daha pek çok kelimeyi dilimize kazandırdı.

Von Mises, ülkemizde İstatistik dersini veren ilk eğitimci oldu. Türkiye’ye gelenler arasında nanoteknoloji’nin kurucusu ve radar’ın mucidi olan Von Hippol ve ilerleyen dönemde izafiyet teorisi konusunda Einstein’e büyük yardımları dokunacak olan Finlay Freundich da vardı.

Freundich “Tüm malzemeler eksikti, literatür yoktu, ancak tüm eksiklikler hükümetin cömert yardımıyla giderildi” diyecekti.

Kantorowicz, Dünya’nın en ünlü diş hekimlerinden biriydi. İlerleyen dönemde Atatürk’ün isteği üzerine İran Şahı’nı bizzat muayene edecekti. Şah tedavi olmak için seyahatini uzatmıştı. Şah’ı bir sürpriz daha bekiyordu. Henüz ülkesine dönmeden Atatürk Türkiye’yapılan uçağı Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hediyesi olarak İran’a göndermişti. 

Evet, Türkiye’nin otomotiv ve uçak sanayisi vardı, ülke sadece gemi değil, kendi denizaltısını imal ediyordu.

Igersheimer göz tedavisine büyük katkılar yaptı. Türkiye’deki ilk kornea naklini gerçekleştirdi.

Görevi bittiğinde toplamda 34 kornea nakli yapmıştı.

Ernst Hirsch hukuk ve kütüphane konularında büyük hizmetlerde bulundu.

Zoolog Curt Koswig “Manyas’ta bir kuş cenneti olduğunu” keşfederek ülkemize büyük bir değer kattı. Fritz Baade, Kırşehirdeki şifalı suları ve Akik Taşı’nı buldu. Kaplıcaların planlarını çizdi ve mermer işçiliğini öğretti. Bu sayede şehre, önemli bir değer de katmış oldu. Bugün Kuşadası’ndaki mermercilik varsa, bunun en büyük payı onundur.

Ünlü bakteriyolog Hugo Braun “Denizlerin dibi bile bizler kabul etmezken, Türkiye bize kucak açtı” diyordu. Atatürk’e o kadar minnet borçluydu ki, savaş sonrasında Almanya’ya çağrıldığında “Bu vefasızlığı yapamam” diyecekti.

Ne diyelim?

Çanakkale’de bizi gökyüzünden inen evliyalar kurtardı diyenlere, Atatürk’ün adını anmadan Cumhuriyet kutlaması yapıyormuş gibi davrananlara kızmayalım, hesap soralım, sesimizi çıkaralım.

Onların ne olduğunu, kimlere hizmet ettiklerini biliyoruz.

Kendimize kızalım.

Ve durmadan, dinmeden, pes etmeden, vazgeçmeden analım, anlayalım, anlatalım.

Bu yazıyı paylaş:
Facebook
Twitter
LinkedIn
Kaya Boztepe

Kaya Boztepe

10 yanıt

  1. Bu gibi yazılarınızı daha farklı platformlarda, çok daha geniş kitlelere ulaştırmalısınız. Bir de daha sade ve basit anlatım yapmalısınız. Bu yazıları okuyup anlayanlar zaten Atatürk ‘ü biliyordur. Bizim sorunumuz daha alt eğitim düzeyine Atatürk’ü anlatmamız gerektiğini düşünüyorum. Saygı ve sevgi ile..

  2. Sayın Boztepe kaleminize sağlık. Gözlerim yaşararak okudum.
    Bu bilgilerin gerçekten daha çok paylaşılması gerekir.
    Bir sorum olacak; uzun zaman önce Einstein ile ilgili olarak ABD’ne gitmeden önce TC’e başvurduğu ve cevap almadığı hakkında bir metin okumuştum. Demek ki doğru değilmiş.
    Teşekkürler…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir