Ara
Close this search box.

ÜmitSİZSİNİZ!

Son iki yazımızı Mudanya ve Lozan’a ayırmıştık.

Bazı çevrelere anlatmakta güçlük çektiğimiz konu için sormamız gereken soru şöyle olmalı. Ortaya Mustafa Kemal Atatürk çıkmasaydı, Bağımsızlık savaşımızı kazanamasaydık ne olacaktı?

Screen Shot 2019-11-03 at 9.52.52 PM

Öncelikle söyleyelim, İstanbul diye bir şehir olmayacaktı. İstanbul yerine Konstantinopolis Devleti’nin Dolmabahçe sarayında bir İngiliz zırhlısına binip kaçmasına gerek kalmayan, ülkeyi İngilizlere teslim etmesinin karşılığı olarak sarayda yaşamaya devam eden bir hanedan, bir İngiliz Valisinin emirlerini yerine getirmekle görevli olan bir Padişah olacaktı.

Ülke İngiltere, Fransa ve İtalya’dan oluşan bir komisyon ile yönetilecekti. Bu üçlü komisyonun izni olmadan çivi çakmak bile mümkün olmayacaktı. Kanun çıkarmak, uygulamak, vatandaşlık hakları olmayacaktı. Askeri, polisi, savcısı olmayacaktı. Yatırım yapmak, ziraat, hayvancılık, sanayi, aklınıza gelebilecek her şey sadece ve sadece yabancı devletlerin faydalanabileceği, onların öngördüğü ve planladığı şekilde olacaktı. Banka kurmak, para, pul basmak, hastane, okul, yol, köprü, camii yapmak gibi hakları olmayacaktı. Kullanılacak resmi dile, yaşam şekline, aklınıza gelebilecek her konuya bizler değil, bu komisyon karar verecekti. Ne içişleri, ne de dışişleri konularında hiç bir yaptırım veya herhangi bir konuda karar verme yetkisi olmayacaktı.

Ege yöresinde İzmir diye bir şehir olmayacaktı. Büyük Yunanistan ülkesinin doğu merkezi olan Smyrna şehri ve Ege yöresi Yunanistan, Antalya ve yöresi İtalyan, Gaziantep, Adana, Hatay ve tüm yöre Fransız, Güneydoğu Kürdistan, Doğu bölgesi Ermenistan’a ait, tüm sınırları bu ülkelerle çevrili, merkezi Ankara olan küçük bir toprak parçasında yaşıyor olacaktık.

“Milli Mücadele” ve “Lozan” işte bütün bu planları bitirdi.

Onursuz ve esir yaşamaktansa “Ya İstiklal Ya Ölüm” diyerek Milli Mücadeleyi başlatmış olan Atatürk’ün Lozan planı bellidir.

Screen Shot 2019-11-03 at 9.52.37 PM

“Temel ilke Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Ne kadar zengin ve müreffeh olursa olsun, istiklâlden mahrum bir millet, medeni insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye lâyık sayılamaz. Yabancı bir devletin himaye ve desteğini kabul etmek, insanlık özelliklerinden mahrumiyeti, beceriksizlik ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir. Gerçekten bu aşağı dereceye düşmemiş olanların isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez. Halbuki Türk’ün haysiyet ve izzetinefis ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir. Bundan ötürü, ya bağımsızlık ya ölüm! Türk milleti istiklalsiz yaşamamıştır, yaşayamaz ve yaşamayacaktır.”

Sevr Antlaşması Türkiye’nin sonuydu, ölümüydü, bittiği, esir düştüğü son noktaydı. İşte böyle bir felaket tablosundan bağımsız, laik Cumhuriyet’e nasıl geldiğimiz konularını irdelememiz ve bizden sonra gelecek kuşaklara anlatmamız gerek. Yanmış, yıkılmış, kül olmuş, en iyi yetişmiş, okumuş kadrolarını Çanakkale’de, Sarıkamış’da, Milli Mücadele’de yitirmiş olan ülkenin genç yöneticileri, çoğunluğu ödünç aldıkları kıyafetlerle gitmişlerdi Lozan’a. Başlarına İsmet Paşa, ellerinde ise bir ateş topu gibi 14, “olmazsa olmaz” maddeden oluşan bir Hükümet talimatı vardı.

Neydi bu maddeler?

Doğu sınırı, Irak, Suriye sınırı, Adalar ve Trakya konusu ile Batı Trakya ve Boğazlar!

Sadece bu kadar mıydı?

Hayır, bir bu kadar hatta daha da zor olan başka bir konu vardı ki, başlı başına bir konferans konusuydu. Önce Türkiye’nin devlet sınırlarının çizilmesini ve onaylatılması, sonra, çizilen bu sınırlar içinde tam bağımsız ve egemen bir devlet kurulması, Osmanlı Devleti’nin tasfiyesi konusu vardı ki bu yeni bir çağ açmak demekti. Çünkü bu konunun içinde Kapitülasyonlar’dan azınlıklara, Osmanlı borçlarından ordu ve donanmaya, yabancı kuruluşlardan vakıflara ve Osmanlı’dan ayrılmış olan bir çok devletin konuları vardı, Musul, Halep, Hatay konuları vardı. Bütün bu zorluklar, tehditler, baskılar, kesilen görüşmelere rağmen dirayetle, adım, adım yürüyen Genç Türkiye Lozan Barış Antlaşmasını imzaladı.

 

Screen Shot 2019-11-03 at 9.53.01 PM

Bir yandan enkaz halindeki ülkeyi eğitimden adalete, ziraatten sanayiye kadar

inşa etmeye çalışan Türkiye komşularla ve ülkelerle dostluk nasıl olurmuş dersini de vermeye başlamıştı. Hemen Lozan sonrası Polonya, ABD hemen ardından ise 1934’de Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya ile Balkan Antantı imzaladı. Bunu Yugoslavya, Bulgaristan ile İran, Irak ve Afganistan’la İran’da Sadabat Paktı takip etti.

Bitmedi.

Türkiye Arnavutluk, Macaristan, İsveç, İspanya, Çekoslovakya, Estonya, Finlandiya, İsviçre, Litvanya, İrlanda, Norveç, Şili, Uruguay, Almanya, Sırp-Hırvat-Sloven Dostluk Antlaşması, Türk-Sovyet Tarafsızlık ve Saldırmazlık Antlaşması ve İngiltere ile anlaşmalar yaptı. Hem de bütün bunları Avrupa’nın, Sovyet Rusya’nın Amerika’nın baskılarına boyun eğmeden, onurlu bir şekilde yaptı. Konuyu yine Atatürk’den aldığımız cümle ile tamamlayalım:

“Efendiler! Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenileşmesine karşılık Türkiye tam tersine gerilemiş ve düşüş vadisine yuvarlanadurmuştur. Artık vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler belirdi. Halbuki, hangi istiklal vardır ki, ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir!”

Beyinleri yıkanmış cahil kimseleri, dini kullanarak bölücülük yapanları, kendilerinden başka hiç kimseyi dinlemeyen, önemsemeyen hainleri ikna etmek gibi bir şansımız olduğunu sanmıyorum. Ancak konularımızı, tarihimizi, bugün yaşadıklarımızın sebeplerini bıkmadan, usanmadan çocuklarımıza ve genç kuşaklara anlatmaya devam edeceğiz.

ÜmitSİZSİNİZ!

 

 

Bu yazıyı paylaş:
Facebook
Twitter
LinkedIn
Kaya Boztepe

Kaya Boztepe

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir