Sarı Paşa’nın dediği olmuştu yine.
“Büyük Zafer” sonrası sabır ve titizlikle yürüttüğü politika sayesinde önce Fransız askerleri, peşinden de yalnız kalan İngilizler Çanakkale’den çekilmek zorunda kaldılar. Tek kurşun sıkmadan Edirne dahil olmak üzere Meriç nehrine kadar olan bölge tamamen boşaltıldı.
Sözün özü, Atatürk’ün “bu sinir harbinden biz zaferle çıkarız bunlar birkaç haftaya kalmaz ateşkes isterler” sözü doğru çıktı ve 3 Ekim 1922 tarihinde “Ateşkes Antlaşması” için Mudanya’da buluşuldu. İtilaf Devletleri adına İngilizlerin İstanbul’daki işgal kuvvetleri komutanı General Harrington, İtalya Hükümeti adına General Monbelli, Fransa Hükümeti adına General Charpy ve TBMM Hükümeti adına ise İsmet İnönü katılıyordu.
Mudanya görüşmelerin son gününde İsmet İnönü oldukça huzursuzdu. Taa ki genç bir Teğmen gelip, eğilip usulca İnönü’nün kulağına “Merasim Kıtası hazır Paşam” diye fısıldayıncaya dek. İşte o zaman İnönü bir oh çekti ve canı fena halde bir sade kahve istedi.
Neden?
İşte burasını dikkatli okuyun.
Çünkü 30 kişilik merasim kıtası için muzaffer ordularımız içinde bir örnek botu olan, kansız, yırtıksız, yamasız, temiz bir örnek üniformalı asker bulmak ciddi sorun olmuştu. İşte tören kıtası bu şartlarda hazırlanmış ve Mudanya Ateşkes Antlaşması 11 Ekim 1922 imzalanmıştı.
Askerin durumu buydu da siviller çok mu farklıydı?
Mudanya sonrası sıra Lozan’a gelmişti.
Lozan’a gidecek heyette takım elbisesi olan 3 kişi vardı. Gündüz görüşmeleri için en az bir, akşam yemek ve toplantılar için ayrı bir kıyafet gerekiyordu. Takım elbiseden geçtik, kumaş yoktu, terzi yoktu.
Arada bir “TBMM Gizli Celse” kayıtlarına bakmak lazım. Bakalım ki sorumsuzca harcamaların, israfın olmadığı idealist insanların bu Cumhuriyet’I nasıl kurduklarını idrak edelim.
Türkiye’nin kaderini belirleyecek olan Lozan’a gidecek heyetin giyeceği takım elbiseleri diktirmek için harcanacak parayı milletin meclisi karara bağlıyordu.
Hocaların hocası Hıfzı Veldet Velidedeoğlu anlatıyor. “1913’te henüz bir ilkokul çocuğuyken, Orta Anadolu’nun tren uğrağı olmayan kasabasında, her gün babamın yanında, başımızda kırmızı bir fes, elimizdeki zembilin içinde çarşıdan taşıdığım yiyeceklerin arasında Rus şekeri; Amerikan unu bulunduğunu ve babamın ayağına ayakkabı; sırtına çamaşır ve giyecek yapmak için Fransız köselesi, Fransız patiskası, Amerikan bezi; Alman kumaşı ve başını kapatmak için Avusturya fesi aradığını çok iyi hatırlıyorum. Babam bunları arıyordu, çünkü bunların Türk malı olanları yoktu. Hepsi dışarıdan geliyordu”.
İmkansızı başarmış, mucizelere imza atmış galip devletin temsilcileri Lozan’a gideceklerdi. Ömrü cephelerde geçmiş, hayatlarında hiç sivil elbisesi olmamış, borç parayla takım elbise diktirip yollara düşmüş bu onurlu devlet adamlarının ruhları şad olsun.
Sevgili kardeşim can dostum Celal Bayar aldı beni Lozan’a götürdü. Heyetimizin kaldığı otel, müzakerelerin yapıldığı, anlaşmanın imzalandığı salon ve duvarları süsleyen resimlere bakarken değerli kardeşim anlatıyordu. “Dedem ve heyettekiler yakalık ve gömlekleri akşamdan sırayla yıkayıp şu kenardaki pervazlara serip kurutuyorlarmış. Pantolonları yatağın altına düzgünce serip doğal ütü yapıyorlarmış. İnönü ile dedemin ilk fikir ayrılıkları da tam burada olmuş” dedi. İşte tarihe ışık tutan bu ilginç anıyı ilk defa sizinle paylaşıyorum.
Çok cetin geçen ve kesintiye uğrayan görüşmeler sonunda kapitülasyonların kalkması İnönü ve heyetin en büyük başarılarından biriydi ancak hala Osmanlı borçlarının ödenmesi konusu vardı. Lord Curzon bu borçların altın olarak ödenmesini şart koşmuştu. Tüm pürüzler giderilmiş ve anlaşmaya varılmak üzereyken Celal Bey buna karşı çıkarak İnönü ile görüştü konuyla ilgili son derece tehlikeli bulduğü çekincelerini anlattı. İnönü dinledi ancak “Celal Bey, bu konu çok uzadı, önemli bir başarı elde ettik, daha fazla bulandırmayalım” şeklinde bir cevap verdi. Bayar vazgeçmedi. İsrarla önemli gördüğü çekinceleri yineledi ancak İnönü kararını vermişti. Celal Bey’in canı sıkılmıştı. Heyette bu komisyona Atatürk’ün isteğiyle gelmişti. Daha genç bir delikanlıyken Bursa’ya gidip sınavlara , kazanıp önce Ziraat Bankası daha sonra da Deutsche Orient Bankasına giren Celal Bayar, Galip Hoca ismiyle dağlarda, taşlarda gezip Atatürk’ün emriyle milli mücadele örgütlenmesini yaparken bile yabancı basını ve özellikle ekonomiyi her zaman yakinen takip ediyordu.
Bu son derece önemli konuyu ne pahasına olursa olsun Atatürk’e iletmesi gerektiğini düşündü. Bunu yaparsa muhtemelen İnönü ile ilişkileri bozulacaktı ancak burada önemli olan vatan ise gerisi teferruattı!
Akşam otelden çıktı ve postaneye kadar yürüdü. Borçların altın olarak ödenmesi konusunda Yeni Zellanda, Avusturalya’dan Güney Afrika’ya kadar dünyanın her yerinde büyük etkisi olan Britanya Krallığı ve altın borsasını İngilizlerin nasıl manipüle edebileceği konusu ile çekincelerini dile getiren bir telgrafı doğruca Çankaya’ya gönderdi.
Atatürk telgrafı dikkatle okudu. Hemen İnönü’ye bir mesaj gönderip bu konuda gereken talimatları verdi. Bayar her iki konuda da haklıydı. Birincisi altın borsası yerine Türk lirası ile ödeme yapmak büyük bir başarı idi. Oldukça sıkıntılı geçen görüşmeler sonucunda Osmanlı borçlarının bir kısmı Türkiye’ye ve imparatorluktan ayrılan diğer devletlere devredildi ve antlaşma 13 Haziran 1928’de imzalandı. Anlaşma gereği borç 99 yılda ödenecekti.1929 ekonomik krizi sebebiyle, Paris’te 1933’te yeni bir anlaşma imzalandı.Bu yeni anlaşma ile borç miktarı yüzde 20 kadar düşürüldü ve ödemenin 50 yılda tamamlanması kararlaştırıldı. Borçlar Türk lirası ile ödenmeye başlandı. II. Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine alacaklıların elinde bulunan tahvillerin daha yüksek fiyatla satın alınarak, bütün borçların ödenmesinin 1954’te bitirildiği söylenir ancak borçların tamamının ödenmesi 1980’lerde bitmiştir.
Bayar’ın haklı çıktığı ikinci konu ise bu olaydan sonra İnönü’nün kendisine olan mesafeli ve soğuk tutumuydu.
Çok bilmiş cahil kimseler konuşuyor bazen, savaş meydanlarında kazandıklarımızı masada kaybetmişiz. Oysa Lozan olmasaydı Sevr olacaktı. Yani Türkiye eline bırakılan bir avuç Anadolu toprağında Fransa, İngiltere ve İtalya’dan oluşan üçlü bir komisyon ile köle hayatı yaşayacaktı. Bu üçlü komisyonun onayı olmadan Türkiye, adım atamayacak, çivi çakamayacak kısaca, nefes alamayacaktı. Sevr Antlaşmasına göre Türkiye’nin kanun çıkarma hakkı yoktu. Mahkemesi, kolluk gücü, ordusu silahı, askeri yoktu, olamazdı. Yatırım yapamaz, banka kuramaz, para basamazdı. Fabrika, okul, hastane, yol, köprü yapma hakları bile olmayan, içte, dışta, her konuda herşeyiyle bu komisyona bağlı bir Türkiye olacaktı.
(Sürecek…)
3 yanıt
Harika bir yazı olmuş tebrikler. Saygılarımla Dr.Barbaros KON
Çok teşekkürler
Harika bir yazı olmuş tebrikler. Devamını bekleriz. Saygılarımla Dr.Barbaros KON