Özellikle Atatürk seminerlerimde anlatırken göz yaşlarıma hakim olamadığım çok güzel bir hikaye paylaşıyorum sizlerle bu ay.
Gazi Kovan!
Söylerken sanki “gaziyi kovan, kovalayan, savuşturan” gibi bir anlam çıkabileceği için ilk defa duyan herkesin şaşırıp ilgisini çeken bir hikaye.
O tarihlerde yaşananlara bir bakalım önce.
Birinci Dünya savaşında 325.000 şehit, 400.000 yaralı ve 250.000 askeri esir düşmüş bir Osmanlı ordusu. Sarıkamış’ta, Kafkasya’da, Galiçya’da, Çanakkale’de, Nil kıyılarında, Arabistan çöllerinde şehit olmuş yüzbinler. Onlardan önce Balkan Savaşlarında yok olmuş bir kuşak.
Her köşesi işgal altında olan bir avuç toprak.
Senelerdir savaştan başını kaldıramamış bir millet. Asker kaçak sayısı mevcut askerden çok. Kılık kıyafet çarık bile yok. Azımsanmayacak sayıda asker çıplak ayaklı, üst baş hırpani. Çoğunun ellerinde uzun değnekler, değneklerin ucuna bağlanmış bıçak veya sadece balta, taş, sopa taşıyan vatanseverler. Çoğu ya çocuk yaşta ya da yaşlı.
Sıcak yemek yok. Günde bir kavrulmuş buğday bulan şükrediyor. Matara yok, su yok. II. İnönü zaferinden sonra bulanık su içmek zorunda kalan asker ve subaylar sıtmaya yakalanıyor. İlaç yok.
Lütfen abarttığımı sanmayın. Meraklılar için kaynak T.B. M.M. GİZLİ CELSE ZABITLARI, Cilt II, 59’uncu Birleşim, 2 Ağustos1921, s 132 – 143
***
Mekke, Medine, Arap çöllerine ulaşım sağlayan Padişah’lar Anadolu’yu yok saymış, Ankara’dan Sivas’a 10 günde, Ulukışla’dan Erzurum’a bir ayda gidiliyor.
Başka?
Sarayında oturup, Milli mücadeleye katılanları vatan haini ilan ederek onlara karşı düşmanla işbirliği yapan bir Padişah ve yandaşları.
Ülke İngiltere, Fransa ve İtalya’nın işgali altında. Özellikle İngiltere’nin sonsuz desteği ile baştan aşağı donatılmış Yunan ordusu İzmir’e çıkmış, Anadolu’ya yürüyor. Çağın en teknojik silahları, mühimmat, araç, gereç, top, tüfek hatta uçaklarla donatılmış büyük bir ordu ve sınırsız lojistik destek.
Amaç Türkleri Anadolu’dan kovmak, yok etmek.
Dışarıdan çok içerideki bazı kendini bilmez hainlerin yok saymaya çalıştıkları Atatürk işte bu şartlar altında önce Meclis’i, sonra da bu günleri borçlu olduğumuz orduyu kuruyor.
Vatanseverlerin kaçırıp Ankara’ya getirdikleri silah ve mühimmata Rusya’dan gelenlerle, Fransız, İngiliz ve İtalyan’lardan ele geçirilenler daha sonra da Karabekir Paşa’nın Ermeniler’den ele geçirdiği silahlar ekleniyor.
Zaferle sonuçlanan Birinci ve İkinci İnönü savaşlarından sonra da Yunan ordusundan alınan toplar.
Ancak vakit dardır. Kütahya mücadelesi sonrası Yunan ordusu var gücüyle saldırıya geçecektir. Bu arada Türklerin ele geçirdiği bazı toplara mermi çapları 5 milim kadar küçük gelmektedir. Atatürk’ün kurdurduğu bıçak, süngü ve benzeri malzemeleri imal edip silahların bakım ve onarımını yaptıktan sonra askere teslim eden atölyedeki vatanseverleri bir düşünce almıştır. Barutu boşaltıp kovanı kendi imal ettikleri torna makinalarında inceltseler yetişmeyecek.
Ne yapılabilir?
Karar verilir. Tüm top mermileri Eskişehir demiryolu atölyesine getirilecek, herkes dışarı çıkacak, gönüllü olanlar atölyede barutu boşaltmadan mermiyi torna makinasına takacak, kovanı inceltecek ve hazır hale getirecektir. Patlama olasılığı yüksektir ancak düşman da kapıdadır, başka türlü de mermilerin yetişmesine imkan yoktur.
Gönüllüler bir adım öne çıksın deyince tüm atölye çalışanları aynı anda bir adım öne çıkmıştır.
Asıl hikayemiz ise şimdi başlıyor.
Mart 1921 İnönü Ovası, insanın kemiklerine kadar işleyen buz gibi bozkır ayazında Ethem Çavuş’un sırtı üşüyor, avuçları ise kızgın mermi kovanlarına çıplak elle dokunduğu için alev alev yanıyordu.
Top atışı on sekiz saattir durmaksızın sürüyordu.
Ethem Çavuş, 75 mm’ lik topu durmaksızın dolduruyor, her seferinde besmele çekip keşif kolundan bildirilen menzillere kıyamet yağdırıyordu.
Sandıkta kalan sondan üçüncü mermiyi aldığında bir an duraksadı. Merminin üzerine bir çaput sarılıydı. Çaputu sökerken avucuna kalem büyüklüğünde demir bir çubuk düştü. Çaputun ve çubuğun anlamını çözmeye çalışırken sarı metalden mermi kovanına kazınarak yazılmış yazıya gözü ilişti. Okumaya vakti yoktu.
Mermiyi topa sürüp ateşledi.
Demir çubuğu cebine, boş kovanını ise bu sefer sandığa değil yere attı.
Birkaç dakika sonra soğumuş olan kovanı kaybolmaması için yerden alıp mintanının yakasından içeri attı. Akşam ezanı vaktinde çarpışma durulmuş, mevzileri ileri, düşman hatlarına doğru ilerletme emri gelmişti.
Batarya komutanı, Ethem Çavuş’a istirahat verdi.
İlk iş olarak boş kovanı çıkarıp üzerindeki yazıyı okudu.
Kovanın üzerinde “Karahisarlı Seyfi Çavuş. 4.Alay 2.Tabur 8.Batarya 26 Rebiyülahir 1339 İnönü” yazıyordu. Birinci İnönü savaşının en kızgın günlerinden birinde düşülmüş not ve mermiyle gelen demir çubuk, İmalat-ı Harbiye atölyelerinde çalışanların bir mesaj istediğini gösteriyordu.
Boşalan kovanlar Ankara’daki atölyelere yollanır, oradan tekrar doldurulup cepheye dönerdi.
Üç saat sonra gecenin iyice çökmesiyle savaş tamamen durulmuş, birlikler yeni mevzilerine yerleşmişti.
Ethem Çavuş, cebindeki demir çubuğu çıkarıp bir köşeye oturdu. Epeydir sakladığı az bir tütün ile sigara kağıdı kalmıştı elinde. Yaktı cigarasını ve çubuğa baktı tekrar.
Ucu sivriltilmiş çubuk, bakır ustalarının “kalem” dedikleri, metal üzerine desen oymaya yarayan keskin bir aletti.
Eline yumruk büyüklüğünde bir taş alarak hafif tıklamalarla kendi mesajını kovana kazıdı. “Aksekili Ethem Çavuş 8.Alay 3. Tabur 1.Batarya 20 Recep 1339 İnönü”
Beş gün sonra Ankara’da Atölyenin bir köşesinde cepheden gelen sandıkları açan kalfa, tezgahlardan birinde harıl harıl çalışmakta olan ustaya seslendi: Sesinde, eşi doğum yapmış bir adama bebeğini müjdeleyen ebenin heyecanı vardı.
“Kamil Usta.!
Müjdemi İsterim.!
Senin yavru cepheden dönmüş.!”
Hepsi sandıkların olduğu kısma koşturarak kovanın üstündeki yazıyı okumak için toplandılar.
Tabii ki bu şeref Kamil Usta’ya aitti. Yüksek sesle Ethem Çavuş’un notunu okudu.
Atölyede bir bayram havası esmişti.
Tüm çalışanlar, Kamil Usta’yı yeni baba olmuş biri gibi kutluyor, hayır duaları ediyorlardı. Ustalar, iş tezgâhlarından birinin başında toplandılar.
Kamil Usta kovanın ağzının eğilen yerlerini düzeltip özenle kapsülünü yeniledi. İçine barutunu doldurduktan sonra yeni bir çekirdeği kovanın ağzına oturttu.
Mermi hazır olunca, Ethem Çavuş’un kovanın içinde geri yolladığı çelik kalemi yeni bir çaputla merminin üzerine sardı. Kundaklanmış mermiyi şefkatle tutarak yeni doldurulan bir sandığa yatırdı. Çalışanlar hep bir ağızdan “Allah kavuştursun” deyip işlerinin başına döndüler.
Kamil Usta, halen açık duran sandığa yatırdığı mermiye hüzünle bakıp “Selametle git aslanım. Allah muvaffak etsin. Çok bekletme bizi” dedi.
Kovan, Birinci İnönü savaşı sıralarında üzerindeki ilk notla Kamil Usta’nın eline geçtiğinde bu fikir doğmuştu.
Karahisarlı Seyfi Çavuş’un başlattığı bu geleneğin süreceğinden emin değildi, ama denemeye değerdi. Nitekim Aksekili Ethem Çavuş umutlarını boşa çıkarmamıştı.
Cephede patlayan her merminin kovanı buradaki ustaların elinden geçtiğine göre bir aksilik olmazsa yeniden görüşeceklerdi.
Eylül 1922 Ankara..
1,5 yıl içinde kovan 8 kere daha atölyeye uğradı. Üzerindeki mesajların sayısı da sekize ulaşmıştı. Mesaj yazanların sekizi de başka alay ve taburlardan farklı kişilerdi. Kovan her keresinde atölyedekilere daha büyük bir coşku yaşatıyor, İstiklal Savaşı’nın her zorlu durağından Ankara’ya barut, kan ve zafer kokusu taşıyordu. Türk ordusunun İzmir’e girdiği gün Ankara’da bayram havası eserken kovan yeniden gelmiş, ama bu sefer tüm atölyeyi yasa boğmuştu.
Kovanın içinde, çelik kalemin yanı sıra bir mektup ile bir tane de bakır künye vardı. Kovanın üzerine kazınmış dokuzuncu notta; “Karahisarlı Seyfi Çavuş. 4. Alay 2.Tabur 8.Batarya 12 Muharrem 1341 Banaz” yazılıydı.
Atölyedekiler mektubu açıp okumaya koyuldular;
Bismillahirrahmanirrahim.
Selamün aleyküm gayretperver ustalar. Allah’a şükürler olsun ki mendebur düşman kaçıyor. Muzaffer Türk ordusu 5 gündür durup dinlenmeksizin kafiri kovalıyor.
Güzel İzmir’e, kalplerimizdeki imanımız kadar yakınız artık.
2 gün evvel Banaz’daki muharebede bataryamın çavuşlarından Seyfi, kalleş düşmanın kurşunuyla şahadete ermiştir.
Cenazesini sıhhiyecilere teslim etmeden önce mintanının içinde bu kovanı buldum.
Malumunuzdur ki vefat eden neferin künyesi ailesine yollanır. Lakin beş gün önce Karahisar’ı ele geçirdiğimizde, Seyfi Çavuş`un ailesinin düşman tarafından katledildiğini öğrendik. Bu kahraman Türk evladı kederini yüreğine gömüp anacığını, babacığını defnedemeden düşmanın peşine düştü, 3 gün sonra kendisi de hakkın rahmetine kavuştu.
Kovandaki yazılardan anladığım üzere bu topçu neferlerin bir ailesi de sizler olmuşsunuz. Bu sebeple Seyfi Çavuşun künyesini sizlere yolluyorum.
Başımız sağ olsun.
Hayır dualarınızı bizlerden, Fatihalarınızı aziz şehitlerimizden esirgemeyiniz. Hakkın rahmeti üzerinize olsun.
Yüzbaşı Muhsin Talat
4.Alay 2. Tabur 8. Batarya
14 Muharrem 1341 Salihli”
Mektup bittiğinde tüm personel ağlıyordu.
Atölyeye bir ölüm sessizliği çökmüştü. Hiç tanımadıkları halde iki satır yazıyla kardeş oldukları Seyfi Çavuşun ardından Fatiha okuyup amin dediler.
Kamil Usta yutkunarak tezgahının başına oturdu.
Kovanı yeniledi ama bu sefer, minik iki perçinle Seyfi Çavuşun künyesini kovanın dibine çaktı. Yine her zamanki merasimle mermiyi kundaklayıp sandığa yatırdı.
Oysa o mermi bir daha düşman mevzilerine gönderilmeyecekti.
Ocak 1923 Ankara..
Savaşın bitmesinin ardından Ankara’daki mühimmat depolarında sayım ve temizlik yapılıyordu. Sandıklar tek tek açılıyor, mermiler sayılıp yeniden sandıklanıyor, kayda geçirilip daha tertipli bir cephaneliğe gönderiliyordu.
Teğmen Hamdi Vasıf, Kamil Usta’nın hazırlayıp kundakladığı mermiyi buldu. Böyle bir anının belki de yıllarca sandıkların İçinde kalmasına gönlü elvermedi.
Ciddi bir suç işliyor olmayı göze alıp mermiyi evine götürdü.
Niyeti, ömrünün sonuna kadar mermiyi bir anı olarak saklamaktı.
29 Ekim 1923 Ankara..
Teğmen Hamdi Vasıf, Ankara kalesine çıkan dik sokakları koşarak tırmanıyordu. Soğuğa rağmen kan ter içinde kalmıştı. Yarım saat önce 20.30 sıralarında Meclis’ten, Cumhuriyetin ilan edildiği duyurulmuştu.
101 pare top atışıyla Cumhuriyet kutlanıyordu ve Seyfi Çavuşun mermisi bu şöleni kaçırmamalıydı. Yetmiş, belki de sekseninci atışta topçuların yanına ulaşabilmişti.
Yüzbaşı Muhsin Talat’ın yanına giderek sert bir asker selamı verdi:
“Hamdi Vasıf Edirne.!
Bir maruzatım var komutanım”
Yüzbaşı sorar gözlerle genç subaya bakıyordu.
“Evet teğmenim.
Sizi dinliyorum” Teğmen, üniformasının içinden mermiyi çıkarıp yüzbaşıya uzattı:
“101. pareyi en çok bu mermi hak ediyor komutanım. Müsaadenizle bu şerefi ondan esirgemeyelim.”
Yüzbaşı Muhsin Talat gözlerine inanamamıştı.
Sevinç gözyaşlarını tutamadı. O kadar heyecanlanmıştı ki neredeyse aralarındaki rütbe farkına bakmaksızın genç teğmenin ellerini öpecekti.
Mermiyi alıp çekirdeğini dikkatlice yerinden çıkardı. Kovanın tepesine bir bez parçası tepip iyice sıkıştırdı. Subay şapkasını çıkarıp surun üzerine koydu.
Mermiyi şapkanın içine yatırdı. Toplar atışlara devam ediyordu.
82, 83, …, 97, 98, 99… On dakika kadar sonra, atışları sayan çavuş “Yüzüncüyü attık komutanım” deyince, Muhsin Talat, kovanı topun yatağına kendi elleriyle sürerek ateş emrini verdi.
Subayların kılıçlarını çekerek selamladığı o son top sesi Ankara’nın her duvarından yankılanıp 4 yıllık İstiklal Savaşı’nın tüm hikayesini anlatmıştı sanki.
Rütbe ve mevkilerine bakmaksızın topun başındaki tüm askerler kucaklaşarak birbirlerini kutladı. Son olarak Yüzbaşı Muhsin Talat ile Teğmen Hamdi Vasıf sarıldılar. Kovan ayaklarının dibindeydi.
Yüzbaşı eğilip saygıyla kovanı yerden aldı.
Avuçlarının yanmasına aldırmadı bile.
Hamdi Vâsıf, Yüzbaşının kovanı biliyor olmasına şaşırmıştı. Muhsin Talat, sorar gözlerle kendisine bakan genç subaya ötedeki, üzeri son baharın son kır çiçekleriyle ve iki küçük Türk bayrağıyla süslenmiş masayı işaret etti. ‘Gelin Teğmenim. Bizim çocuklar çay demlemiş. Çay içip sohbet edelim. Size kovanın hikâyesini bildiğim kadarıyla anlatayım ve sizin hikâyenizi dinleyeyim’ dedi.
Dört gün sonra kovan, Millet Bahçesinde bir tahta masanın üzerindeydi ve çevresinde üç adam oturmuş sohbet ediyorlardı. Yüzbaşı Muhsin Talat, Teğmen Hamdi Vâsıf ve Kâmil Usta. O gün aralarında bir karar aldılar. Kovanı her yıl Cumhuriyet Bayramı’nda değiş tokuş etmek üzere nöbetleşe saklayacaklardı. Kovanın nihai sahibi, içlerinde en son ölen kişi olacaktı. 1934’deki soyadı kanununda bu üç adam da ‘Gazikovan’ soyadını almışlar, kovanın aracılığıyla isim kardeşi olmuşlardı. 1936 yılında Kâmil ustanın ve 1942 yılında Muhsin Talat’ın vefat etmesiyle kovan Hamdi Vâsıf Gazikovan’a kaldı.
Gazi Kovan da, hikâyesi de zaman içerisinde unutuldu gitti. Taa ki 2005 yılında İstanbul Maltepe de bir çöp kutusunda bulununcaya kadar.
Evet yanlış okumadınız, anı defteriyle beraber bir çöp kutusunda.
Duyarlı temizlik işçileri tarafından T.S.K’ya ulaştırılan Gazi Kovan bir süre Polatlı top ve füze okulu müzesinde sergilendikten sonra Genelkurmay Başkanlığı tarafından Makine ve Kimya Endüstrisi kurumuna hediye edilmiş, halen MKE Genel Müdürlük katında sergilenmektedir.
Acı hikayenin daha da acı sonu.
Çöp kutusunda bulunan bu kutu Cumhuriyet’in yitip giden ruhudur. Gençlere, bizlere teslim edilen bu kutu, tüm kötülükleri, aczi, düşmanı, makus talihi, cehaleti, gericiliği yenen Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının yarattığı diriliş efsanesinin hikayesidir.
Sahip çıkmazsak sonumuz da duyarlı çöpçülerin olmayacağı bir çöplüktür.
2 yanıt
2005 yılında çöpte bulunması manidar. Hem de çok. Türk olmayı içine sindiremeyenlerin marifeti bu. Cumhuriyet kazanımlarına ve Atatürk’ümüzün emanetlerine zerre kadar saygı göstermeyen bir güruh bunlar. Hevesleri kursaklarında kalacak. Kanla kurduğumuz bu Cumhuriyetimizi onlara yedirmeyeceğiz.
Ersin Erkan
Kalemine sağlık, yüreğim acıdı okurken , seninde yuregine sağlık