Ara
Close this search box.

Sevgi ve Nefret

Bu arada ben sabaha kadar nöbet tutup sonra okula gidiyorum. Çok kolay olmasa

da ders çalışabildiğim için mutluyum.

Üniversitede ağır Fransız aksanıyla konuşan bir hocam ders sonrası beni çağırdı

ve “Türk müsün?” dedi.

“Evet.” dedim, “Ya siz?”

“Ben” dedi, “Ermeni asıllı bir Fransızım.”

“Öyle mi?” dedim, “çok memnun oldum.”

Elimi uzattım ve elim havada kaldı.

Nefret dolu gözlerle baktı bana.

Bu bakışı ömür boyu unutmadım.

Bana yaptıkları yüzünden bırakmak zorunda kaldığım tek dersti onun dersi.

Seneler sonra Amerikan Kongre binası önünde ellerinde kanlar içinde kalarak

Öldürülmüş insan resimleriyle “Türkler bizi kesti, Türkler katil” diye herkesin önünü kesen yaşlı Ermeni asıllı Amerikalılar’a hep şaşkınlık içinde bakmışımdır.

Bir Rus ressamın yaptığı kurukafalardan oluşan resmi, Türklerin kafalarını kopardığı

Ermeni vatandaşları diye anlatmalarını da.

Bu nasıl bir nefrettir?

Ermeni Diasporası’nın yoğun bir şekilde resmileştirmeye çalıştıkları “sözde

soykırım” konusu genellikle Nisan ayında doruk yapar.

Karşımızda katıksız bir Türk düşmanlığı.

 

Türkiye’de işte bu konular hiç bilinmiyor.

 

Bir insanın başka bir insana sadece dini, rengi, inancı veya milliyeti yüzünden

bir nefret duyabileceğini nasıl düşünüyorlar?

 

Bizler hiç katıksız bir düşmanlık güderek büyütü̈lmedik oysa.

Önce İspanya’da katliamdan kaçan, sonra da Hitler’den kaçan Musevilere

kucak açtık.

Türk olmayanlara Türk pasaportu verdik.

Türk trenine doldurup Nazilerin tam gőbeğinden kaçarak Türkiye’ye getirdik.

Paskalya günlerini bekledik dostlarımızın.

Noel zamanı kilisede bize mum yakanlar hiç eksik olmamıştı.

En güzel zeytinyağlı dolmaları onlar yapardı.

Ermeni de vardı, Süryani de içimizde.

Ayrımcılık aklımızın ucundan geçmezdi hiç, hala da őyle.

Onlar da bizim bayramlarımızı kutlarlardı.

Kürt Mehmet diye takılırsak, o bu şahsın doğruluğunu, dürüstlüğünü söylemek

içindi.

Laz oğlu da inadını, çalışkanlığını, sivri zekasını.

Çerkez derken önce yemekleri, sonra da Şeyh Şamil’i düşünürüm nedense?

Bu katıksız düşmanlık nasıl oluyor, nerede pişiyor?

 

Kimin işine yarıyor diye sorgulamak lazım!

Gelecek kuşaklara daha iyi bir hayat bırakmak içindi her şey.

Bölünmeler oldu.

Gruplaşmalar başladı.

Atatürk ve Cumhuriyet tarihini öğrenmeden farklı ideolojilere yönlendirildi gençler.

Çok sonraları da bunların en tehlikelisi ile tanıştık.

Din tüccarlığı.

Oysa ne nenemin başörtüsüne karışırdık, ne de o kız kardeşimin eteğine.

İnançlara saygılıydık.

Din ve ahlağın aynı şey olmadığının bilincindeydik çünkü.

 

Sonra değer yargılarımız hızla yozlaşmaya başladı.

Daha önce de görmüştük bu filmi.

Kardeşin kardeşi kırışını.

 

Parası olanın parasını göstermesi ayıplanırdı.

Gösteriş yapmak görgüsüzlük olarak nitelendirilirdi.

Yardım sessizce yapılırdı. Ne yapan bilinirdi ne de muhtacın onuru kırılırdı.

 

Gözünün içi gülen yakışıklı beylerin şapkalarını çıkararak selamlaştıkları

günleri düşünüyorum özlemle.

Zarif bayanları.

Eleştiri yaparken bile nezaketlerini koruyan vatandaşları, siyasetçileri özlüyorum.

 

Kutlu doğum filan yoktu o zamanlar.

Mevlüt şekerleri vardı ama, en üstünde de lokum.

Zorla da olsa harçlık alırdık utanarak.

Bayram ziyaretlerinde tutulan şekeri almayın çok ısrar ederlerse bir tane alıp teşekkür edin diye tembihlenerek büyütüldük.

“Büyüklerimi saymak, küçüklerimi sevmek”…

 

Amerika’dan sonra ilk durağımız Ankara olmuştu.

Resmi plakalı arabalar terör estirmiyor henüz o yıllarda.

İnsanlar kibar, güleryüzlü, sabahları herkes selamlaşıyor.

Yağmurlu, karlı havalarda özel araçlar dolmuş duraklarından insanları alıyor,

sadece yardımcı olmak için taşıyorlar.

Yolcular ısrarla para vermeye çalışıyor,

Araç sahipleri de “aa olur mu canım” diyerek para almıyorlar.

Hava atmak, kibir, gurur henüz icat edilmemiş.

Teyzem elinde Vakko yazan paketlerle eve geldi diye annemden ne laf yemişti

hala hatırlarım.

“Görgüsüz.” demişti.

“Görmemişler gibi elinde sallaya sallaya torbalarla yürüyorsun, insanlar ne

yer, ne içer diye düşünmezsin, ayıp değil mi?”

Ulu orta yerde veya okulda muz yemem yasaktı.

Neden, böyle bir yasak olur mu?

“Olur tabii” dedi annem.

“Herkesin gücü yetiyor mu muz almaya, ayıp, ayıp”.

Kültür buydu.

Böyle bir yerdi işte Ankara.

Gazilere, büyüklere, bayanlara yer vermek için ayağa kalktığımız, ellerinde

fileyle yürüyen komşularımızın ellerinden filelerini alıp taşıdığımız, leblebi

tozu, macun, taze nohut ve mısır yediğimiz, bahçe hortumundan şu içtiğimiz,

saat kavramı olmadığından akşam ezanına kadar sokaklarda oynadığımız güzel

bir şehirdi.

Cep telefonu yoktu.

Her evde telefon da yoktu.

Sokaklarda oynarken kimin evine yakınsak o evde karnımızı doyururduk.

Eve girmeden ayakkabılar çıkardı.

Kabahat işleyince sopayı yerdik.

Travma yaşanmaz, psikoloğa filan gidilmezdi.

Zaten nadir sopa yerdik.

Büyükler gözlerini devirip de bir baktılar mı yeterdi.

Düşünce bir yerimiz kanarsa temizleyip devam ederdik.

Kavga edersek ederdik, o kavga orada biterdi.

Küfür yoktu.

Barışırdık.

Kan kardeşi olurduk.

Fener alayı seyrederdik.

Maçlarda taraftarlar karışık otururdu.

Kavga, gürültü, küfür olmazdı.

Sokak maçları yapardık.

Üç korner bir penaltı, topu atan alır, atan kazanır kurallarıyla oynardık.

Topun sahibi hükümdardı.

Kuka oynardık, ağaçlarda hala çağla, erik ve meyveler vardı.

Koparır yerdik.

 

Özlüyorum.

 

En çok da Atatürk’ü özlüyorum.

 

Her şeyimiz varken hiç bir şey yapamıyoruz.

O hiç bir şey yokken her şeyi yapmış.

 

 

 

*”Türküm Doğruyum Amerikalıyım” kitabımdan alıntıdır.

Bu yazıyı paylaş:
Facebook
Twitter
LinkedIn
Kaya Boztepe

Kaya Boztepe

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir