1974 yılının Ağustos ayında doğum gününü kutlamaya hazırlanan küçük bir çocuktum. Benim gibi Ağustos ayında doğmuş olan Mete Akyol ise aynı tarihte yani kendi doğum gününde tutsaktı. Kıbrıs Barış Harekatını izlemek için gittiği adada “Rum Ulusal Muhafız Birliği” tarafından tutsak edilmiş ve sorguya alınmıştı. Türk gazeteci Adem Yavuz şehit olmuş, Babıali’nin ağabeylerinden Ergin Konuksever ise sırtından vurularak yaralanmıştı. Babam ve arkadaşlarının onlardan bir haber almak için nasıl kıvrandıklarını hiç unutmadım.
Mete Ağabey doğum gününde tutsak olarak ifade verdiği anısını kaleme alarak Türk ve Yunan gazeteciler arasında 1981 yılında oluşturulan Abdi İpekçi Barış Ödülü’ne layık görülmüş ve Atina’da Yunan Gazeteciler Derneğinde yapılan bir törenle kendisine verilmişti.
O çok sevdiği Büyükada’da kendisiyle sohbet ederken en çok dikkatimi çeken üç konu vardı. Her an bir muzurluk yapacakmış görüntüsü veren küçük bir çocuğun zeka dolu bakışları, insanın içini ısıtan gülümsemesi ve eşi Gülçin Hanım’a olan büyük aşkı.
Elimde bir kitabı var, okuyorum.
En acımasız savaşların cephelerindeki barut kokularından, en ünlü sanatçıların kulak arkalarındaki parfüm kokularına… Tarladaki işçinin yalnızca ekmek, soğan, salatalık bulunan sofrasından, kralların yalnızca kuş sütü bulunmayan sofralarına… Temizlik işçilerinin yatakhanesinden, Cumhurbaşkanının özel odasına… Ve bir Anadolu tepesinin yamacında koyunlarına kaval çalan çobandan, saraylarda Mozart’ı canlandıran virtüözlere değin uzanan geniş yelpazeli meslek yaşamına sahip duayen Gazeteci Mete Akyol’un “Bir Başkadır Benim Mesleğim” dediği yılları, gazeteciliği anlatılmaktadır.
İşte Mete Akyol’u anlatan en güzel paragraf bence.
Daha lise öğrencisiyken atlatma haberle muhabirliğe başlayan, kendisine polis süsü vererek gizli görev yapıyormuş gibi garson kılığına girip Hindistan’ın efsanevi Başbakanı Nehru geldiğinde Adnan Menderes tutuklanmadan önceki son fotoğrafta aynı karede yer alan tek gazeteciydi. İnönü’den Gürsel’e, Sunay’dan Demirel’e, Ecevit’den Deniz Gezmiş’e uzanan hikayelerini dinlemek benim için paha biçilmez bir değerdi.
Son buluşmamızda keyifle anlatıyordu. Söz annemden ve Hacettepe’den açılınca hiç üşenmeden içeri gitti, dosyaları karıştırdı ve “hah” dedi, “buldum”. Doğramacı’nın imzaladığı kağıdı gösterdi bana gülümseyerek. “Bu ne biliyor musun” diye sordu. Doğramacı’ya sordum, bu ülkeye yaptığınız en büyük hizmet nedir” dedim, “bana ne cevap verdi biliyor musun, Mehmet Haberal’ın önünü açmaktır dedi ben de yazıp imzalattım”!
Her buluşmamızda konu mutlaka Atatürk’e gelirdi. Atatürk’ün savaşta kullandığı bir manevra ile ilgili hikaye paylaştım kendisiyle. Çok beğendi ve bana o güne kadar duymadığım, hayatımın sonuna kadar da unutmayıp, her fırsatta herkesle paylaşacağım muhteşem bir konuşma yaptı.
“Rönesansı düşün.” diye başladı sözlerine.
“Tam 300 yıl. Ortaçağın sonu. Sanat, bilim, felsefe ve mimarlıkta bağın tekrar kurulmasını düşün. Deneysel düşüncenin canlanması, matbaanın bulunması, bilginin geniş kitlelerle paylaşımı. İnsanın keşfedilmesi, yeni bir Avrupalılık kültürünün doğması. Hiçbir kıymeti olmayan, engizisyon mahkemelerinde haksız yere ve çok defa sırf servetlerini ele geçirebilmek için öldürülen, Papazlar tarafından çeşitli menfaatler karşılığında günahları affedilen, cennetten yer verilen insanların isyanı! Dünya’nın yuvarlak olduğunu, döndüğü söyleyen Galile gibi işkence gören, öldürülen düşünürleri ve Rönesans ile beraber ilim ve teknolojideki ilerleme, insan ve tabiat sevgisinin öne çıkmasını düşün. Edebiyat, tarih ve arkeolojiye verilen önem, resim, tasvir anlayışı, mimaride gotik tarzın terk edilişi, barok ve rokoko üslupları, sadelik ve tabiiliği düşün. Raphael Sanzio, Michelangelo, Machiavel, Tasso, Rafael, Leonardo da Vinci, Ronsard, Montaigne, Rabelais, François Clouet , Louvre Sarayı’nı yapan Pierre Loscot, Tuileries Sarayını yapan Jean Bullant, hümanizm akımında Erasmus, Röklen, Luther, Shakespeare, Cervantes, Rembrandt, dünyanın güneş etrafında döndüğünü söyleyen Kopernik! Ticaret, endüstri, eğitim; bütün bu gelişmeler ve bir çırpıda sayabileceğin en az 300 isim, doğru mu?
Ne yapmıştır bu insanlar? Kilisenin baskısından kurtulup modernleşme çağına geçmişlerdir, eğitime önem vermişlerdir, kilisenin dar ve değiştirilemez diye düşünülen görüşü yıkmışlardır. Bunun yerine bilimsel düşünce hakim olmuştur. Reformlar başlamıştır. Bilim ve teknikteki gelişmeler hızlanmıştır.
Ekonomi alanında yeni uygulamalar ortaya çıkmıştır. Avrupa’da sanattan zevk alan aydın ve halk sınıfı oluşmuştur. Kağıt ve matbaanın kullanılmasıyla İncil farklı dillere çevrilmiştir ve din adamlarına olan güven azalmıştır. Onların halk üzerindeki otoritesi sarsılmıştır. Avrupa’nın her yönden gelişmesine ve güçlenmesine öncülük etmiştir. Aydınlanma Çağı’na zemin olmuştur.
İşte Atatürk’ün ne kadar büyük ve ulaşılmaz bir lider olduğunun en güzel kanıtı. Atatürk bütün bunları tek başına ve inanılmaz kısa bir sürede gerçekleştirdi. Eğer onun başarıları sadece savaş alanında olsaydı sadece büyük bir asker diye anılırdı. Ümmet olmaktan millet olmaya geçen bu yolda onun bu kadar kısa bir süre içinde yaptıklarına bakınca onun ne kadar zeki ve önemli bir insan olduğunu bir kere daha anlıyorsun.”
Seni çok özleyeceğiz Mete Ağabey.
[vc_row padding=”small” vpadding=”small”][vc_column][vc_separator dh=”1″ color=”primary” margin_top=”30″ margin_bottom=”20″][/vc_column][vc_column width=”3/4″][vc_column_text el_class=”blognote”]Bu yazı ilk olarak, bir Başkent Üniversitesi Kültür Yayını olan Bütün Dünya Dergi’sinin 2016 Aralık sayısında yayınlanmıştır.[/vc_column_text][/vc_column][vc_column width=”1/4″ text_align=”right” el_class=”blogbutton”][vc_button style=”alternateprimary” align=”center” title=”Dergiyi Oku” target=”_blank” href=”http://www.butundunya.com/index.php?arsiv=2016/12″][/vc_column][vc_column][vc_separator dh=”1″ color=”primary” margin_top=”3″ margin_bottom=””][/vc_column][/vc_row]