Sir Percy Loraine, İngiltere’nin 1933-1939 Ankara Büyükelçisi.
Kahire’de Büyükelçiyken Paris’e tayin olmuş, Atatürk hayranlığı ve genç Cumhuriyet’e olan merakından dolayı Ankara’yı tercih etmişti.
Kısa bir tarih notu düşerek devam edelim. 1936’da Kral V. George ölüyor.
Yerine VIII. Edward geçiyor. 1936 Aralık’da VIII. Edward istifa ediyor ve yerine kardeşi VI. George geçiyordu.
Kral VI. George, Atatürk Türkiyesi’ne büyük değer veriyordu. Yaklaşan 2.Dünya Savaşı’nda, Türkiye ‘nin mutlaka İngiltere’nin yanında yer alması için büyük gayret gösteriyor ve ilişkileri sıcak tutmaya çalışıyordu.
Düşündü ve “Atatürk’e güzel, önemli bir armağan verelim” dedi.
Bu elbette en üst düzeyde verilen bir armağan, üstü pırlanta ve elmaslarla bezenmiş, “diz bağı nişanı” olmalıydı. Bunu vermeyi düşünerek görevi nedeniyle Atatürk’ü oldukça iyi tanıyan ve yakınlığı dostluk seviyesine gelmiş Büyükelçi Loraine’e soruyorlar. “Sakın” diyor, “sakın böyle bir şey yapmayın, kabul etmez. Yabancı bir ülkenin nişanıni katiyen takmaz, kıymetli taşlarla bezenmiş pahalı hediyelere karşıdır. ‘Beni kiminle karıştırıyorsunuz?”diye tepki koyar, hatta geliştirelim derken ilişkileri tehlikeye bile atabilirsiniz!”, der.
Herkes şaşırır. Ancak Büyükelçi Atatürk’ü iyi tanımaktadır. Bir başka formül ararlar. “Oxford veya Cambridge Üniversitelerinin rektörleri de toplantıdadırlar. Acaba Atatürk’e, barış konusunda tüm dünyaya yaptığı katkılar nedeniyle bir “doktora” payesi verebilir mi?
Her iki rektör de “memnuniyetle” derler.
Büyükelçi Loraine sorar, “bunu nerede vermeyi düşünüyorsunuz?”
Rektörler cevaplar. “Bizler bin yıllık, gelenekleri olan üniversiteleriz. Doktora diplomasını burada, üniversitede veririz, doktora cübbesini de rektörümüz burada, Üniversitede giydirir!”
Loraine cevaplamakta gecikmez. Kesin ve net olarak “Gitmez ki!” diye yanıt verir. Bunun üzerine Kral, “İyi de ne yapalım, ne verelim!” diye sorar.
Loraine’den yanıt: ” Kitap verin!
Onu büyük bir keyifle alır”.
Atatürk’ün, kendi nezdine tayin edilmiş yabancı bir Büyükelçinin üzerinde bıraktığı etkiye bakar mısınız?
Kitap!
Kral, bunun üzerine büyük bir jest yapmaya karar verir ve Çanakkale’de bulunmuş, iki Tarihçi generale, “Gelibolu Savaşları” diye bir kitap yazmalarını, bu kitapta “Mustafa Kemal’e neden ve nasıl mağlup olduklarin anlatmalarını” ister.
Bu kitap yazılır.
“Büyük Bir Komutan, Asil Bir Düşman ve Alicenap Bir Dost Şerefine, Türkiye Cumhuriyeti Reisi Gazi Mustafa Kemal Hazretlerine, Haşmetli İNGİLTERE
KRALI’nın Hükümeti Tarafından Takdim Edilmiştir.”
“Gallipoli Wars”. Yani “Gelibolu Savaşları “. Kitabın orjinalini Anıtkabir’de görebilirsiniz.
Bunun üzerine başka ne yazılabilir ki?
Ankara’daki İngiliz Büyükelçisi Sir Percy Loraine, Atatürk’ün ölümünden 15 gün sonra İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na bir rapor gönderir. Bu raporun üzerinde iki damga vardır. ‘‘Çok gizli’’ ve ‘‘40 yıl süreyle açıklanmayacaktır.’’
Bu raporu ilk yayınlayan Kuvayı Medya Dergisi olmuştu. Dikkatle okuyalım.
Boğaz boğaza savaştığımız ve her alanda çekiştiğimiz, Lozan’dan sonra da bize düşmanca davranmaya devam ettikleri halde dost elimizi uzattığımız emperyalist ülkenin büyükelçisi, Atatürk hakkında neler yazıyor:
‘‘Gerçekten müstesna ve takdire değer bir kişiydi. 15 yıl içinde pek çok iyi şey yapmıştır. Atatürk’ün dinamik enerjisi üzerinde durmama gerek yok. Bu enerjinin dayanılmaz gücü, Türk ırkının tarihinde şimdiden önemli bir sayfa olarak yer almıştır.
Ancak ben, pek bilinmeyen başka bir özelliğine değinmek istiyorum. Bu da, Atatürk’ün doğuştan gelen, belki de farkında olmadan, tıpkı sütün kaymağını ayıran aletler gibi, faydasızı faydalıdan ayırma yeteneği idi.
‘‘Evetçi’’ olarak bilinen insanlardan (yağcılardan) hoşlanmıyor, bu tür insanları aşağılıyordu. Ahmak ve dalkavuklara tahammülü yoktu. Sömürücüleri sevmez, açgözlüleri hor görürdü. Ülkesi, ırkı ve insanları için yaşıyor, onlar için düşünüp onlar için çalışıyordu.
Korkarım gelecek kuşaklara Atatürk bir diktatör olarak aktarılacak. Bunun yanlış olacağı kanısındayım. Evet, o hem savaşta, hem de barışta büyük bir liderdi. Ancak bir diktatör değildi. Hitler ve Mussolini’nin tersine, devlette yönetim fonksiyonu yoktu. Af yetkisi, mahkemelere emir verme yetkisi yoktu. Diplomatik misyon temsilcilerini reddetme yetkisine sahip değildi.
Olayların gidişi, Atatürk’ün görüş açısının doğruluğunu, verdiği hükümlerin zekice olduğunu ve hata yapmadığını göstermiştir. Atatürk’ün kavrama gücünde esrarengiz bir yön vardı. Konsantrasyon gücü olağanüstü idi.
Müslüman olarak doğmuş, ancak din(dinci) karşıtı olmuştu. Doğruluğu sevmiş, günahtan nefret etmişti. İşini iyi bilen bir askerdi. Ancak savaştan nefret ederdi. Bağımsızlığı elde ettiği andan itibaren barışın peşinde koşmuş ve barış ortamını sağlamayı başarmıştı.
Türkiye’nin kaderini elleri arasına aldığından beri, Kemalist Cumhuriyet’in dostluk elini uzatmadığı ve aralarında Osmanlı İmparatorluğu’nun düşmanlarının da bulunduğu tek bir komşusu bile yoktur.
Atatürk, yapılması gerektiğine inandığı şeyleri korkusuzca yerine getirmekten asla vazgeçmemişti. Hastalığının şiddetlendiği anlarda ölüme çok yakınlaşmış olsa bile, beynine ve yüreğine korku asla yerleşmemişti. O, Türk milletine hizmet ederken öldü. Ölüm bile büyük zaferini ondan çalmayı başaramadı. İnsanlara hayatlarını, onur ve şereflerini ve insanca yaşama yolunu vermiş, belki de daha önemlisi, bu haklarına sahip çıkmalarını sağlayacak bağımsızlığı tattırmıştır.’’
Üzerinde ‘‘40 yıl boyunca açıklanmayacak’’ damgası bulunan ve 6 sayfadan oluşan bu resmi rapor, şimdi İngiliz Dışişleri Bakanlığı arşivlerinde E-736l sayısıyla kayıtlıdır.
Bir başka ziyaret.
Bu kez anlatacağım Kral VIII. Edward’ın ziyareti. İngiltere Kralı VIII. Edward Atatürk’ü İstanbul’da ziyaret edecekti.
Atatürk her ortamda milletiyle gurur duyar ve milletin onurunu en iyi şekilde temsil etmeyi görev bilirdi. O asla bu milletin evlatlarının yeteneğinden şüphe etmemiş, olumsuz koşullarla karşılaştığında bile o Türk insanını hep yüceltmiştir.
İşte bu örneklerden biri.
Kralı VIII. Edward İstanbul’a Atatürk’ü ziyarete gelmeden önce, Atatürk yine bazı araştırmalar yaptı ve “Bana İngiltere Sarayı’nda verilen ziyafetler ne şekilde olur, onu bilen birisini ve bu usülleri bilen bir aşçı bulunuz!… dedi.
Sonunda İngiliz sofra düzenini iyi bilenlerden faydalanarak bir düzenleme yapıldı. Akşam Kral sofraya oturunca Atatürk’e dönerek, “Sizi tebrik eder ve size teşekkür ederim. Kendimi İngiltere’de zannettim”, diyerek memnuniyetini bildirdi.
Sofraya hep Türk garsonlar hizmet etmekte idi. Bunlardan bir tanesi heyecanlanarak, elindeki büyük bir tabakla birdenbire yere yuvarlandı. Yemekler de halılara dağıldı. Misafirler utançlarından kıpkırmızı kesildiler. Fakat Atatürk Kral’a eğilerek, “Bu millete her şeyi öğrettim, fakat uşaklığı öğretemedim,” dedi.
Herkes gülüştü ancak aslında herkes ona yine hayran olmuştu. Aslında buna benzer bir olay daha Kral geldiğinde yaşanmıştı. İngiltere Kralı VIII. Edward Çanakkale’de 3 Eylül 1936 günü şehit mezarlıklarını ziyaret ettikten sonra İstanbul’a gelmiş, özel yatı Nahlin Dolmabahçe önüne demir atmıştı.
Kral Edward ve heyeti yattan ayrılıp bir motora binerek Dolmabahçe Sarayı’na yanaştı. Atatürk ve heyet ise kendilerini beklemekteydiler. Oldukça dalgalı denizde kralın bindiği motor bir yukarı bir aşağı inip çıkmaktaydı. Kral rıhtıma çıkarken hafif dengesi bozuldu ve elleriyle yere tutundu. Elini uzatmış olan Atatürk’ün elini sıkmadan önce hemen mendilini çıkarıp ellerini silmek isterken Atatürk önce davranıp Kral’ın elini tuttu, gülümsedi ve “Vatanımın toprağı temizdir, o, elinizi kirletmez” diyerek Kral’ı çekip rıhtıma çıkarttı.
İngiltere Kralı 8’inci Edward, Türkiye’ye geldiğinde, heyetinde bir bayan da vardı. Adı Wallis Simpson olan bu bayan başkasıyla evli iken Kral Edward ile aşk hayatı yaşıyordu. Bayan Wallis Simpson, 19 yaşında bir deniz subayı ile evlenmiş, eşinin alkol sorunu nedeniyle boşanmış; sonra bir işadamıyla evlenmişti. Kültürlü, neşeli, çevresine ışık saçan bir kadındı. Kader ağlarını ördü. 1934 yılında Edward ile tanıştılar. Edward henüz kral değildi; Windsor Dükü’ydü. Wallis’i görür görmez, aşık oldu. Büyülendi adeta ve yasak aşk başladı. Aşıklar gizli gizli buluşurken; Kral V. George 20 Ocak 1936’da öldü. En büyük oğlu Edward 42 yaşındayken Kral ilan edildi. Edward’ın babası Kral V. George çocukluğundan beri hastalıklarla uğraşmış bir kişiydi. Kronik bronşit, nefes darlığı gibi akciğer sorunları olmasına rağmen aşırı sigara içiyordu. Olasılıkla kanser olan Kral V. George, 20 Ocak 1936 günü sağlık ekibinden Lord Dawson tarafından daha fazla acı çekmesin diye aşırı dozda ejekte edilen morfin kokain karışımından dolayı ölmüştür. Bir başka deyişle Kral V. George aniden ölmemiş, dolaylı da olsa öldürülmüştür.
Kimse farkında değildi ama, Türkiye gezisinde Wallis Simpson adındaki bu bayan da, Kral’ın heyetindeydi. Mustafa Kemal’in “keskin” gözleri, bu detayı atlamadı. İstanbul Moda’daki deniz yarışlarını seyrediyorlardı. Madam Simpson, bir ara çok heyecanlandı, daha iyi görebilmek için elindeki dürbünle ayağa fırladı. Bunun üzerine Madam Simpson’ın ayağa kalktığını gören Kral da, dürbünle bakıyorum bahanesiyle, ayağa kalktı. Mustafa Kemal gülümsedi, notunu vermişti… Yanındakilere döndü, çaktırmadan fısıldadı, “Madam’a müthiş zaafı var. Korkarım, bu yüzden tahtını kaybedecek!”
Kral, İngiltere’ye döndü. Wallis Simpson’da dönüşte boşanma davası açtı. İkinci kez boşandı. İkinci kez dul kaldı. Üstelik, Amerikalıydı. Kraliyet yasaları, gelenekler, kilise, hepsi karşılarındaydı. Tek çare vardı. Kral, sadece 325 gün oturduğu tahtını bıraktı. 11 Aralık 1936 günü radyolarının başında oturan milyonlarca İngiliz, kulaklarına inanamadı. Kral 8’inci Edward, Amerikalı dul sevgilisi Wallis ile evlenebilmek için tahtından vazgeçmişti. 2008 Mayıs ayında Türkiye’ye gelen Kraliçe Elizabeth’in babası, yani Edward’ın kardeşi George kral oldu. 3 Haziran 1937’de Edward ve Wallis Fransa’daki Conte Şatosu’nda evlendi… Böylece, İngiltere tarihinde, kendi isteğiyle, hem de kadını için tahtını bırakan ilk hükümdar oldu. Mustafa Kemal, tahtını bırakacağını önceden bilmişti.
Japon Veliahtı’nın Atatürk Ziyareti
Japon Veliahtı Ankara’ya gelmişti. Veliaht trenden inince yalnız Mareşal Fevzi Çakmak’la Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın ellerini sıkmış, öbürlerine pek ilgi göstermemiş. Bu durum herkesin canını sıkmıştı. Çankaya Köşkü’ne geldikleri zaman Atatürk sordu, “Japon Veliahtını nasıl buldunuz?” Tevfik Bey de yaşananları aynen anlattı. “Paşam, veliaht bizi adam yerine koyup ellerimizi bile sıkmadı”.
Bunun üzerine Atatürk “Çok mağrur olmasınlar. Gurur iyi bir şey değildir” diye hem fikirlerini belirtti, hem de ileri görüşlülüğünün bir örneğini daha verdi.”
Gerçekten de yıllar sonra o gururlu ve kibirli veliaht, koskoca Japon İmparatorluğunu, savaşa sokmuş ve sonunda büyük bir yenilgiye uğramıştı.
Atatürk, Japon veliahtının kabalığına iyiden iyiye içerlemişti.
Öyle ya, dünyanın öbür ucundan kalk, dost bir ülkeye gel de, seni karşılayanların elini sıkma. Bu kabalığa incelikle karşılık vermek ve onu utandırmak gerekti. Bu yüzden Atatürk, veliahta çok nazik davranıyor, iltifat ediyordu. Hatta ziyafet sofrasının özenle hazırlanmasıyla kendisi uğraşmıştı.
Yemek arasında Atatürk, Japon tarihinden söz açmıştı. Veliahta çeşitli sorular soruyor, daha sonra onun karşılık vermesine meydan bırakmadan sorusunun karşılığını yine kendisi vererek Veliahtı hayretten hayrete düşürüyordu. Atatürk, tarihte ünlü Japon savaşlarını sıralıyor, Japon mitolojisinden söz ediyor, bir Japon kadar Japonya’nın coğrafyasından örnekler veriyordu. Veliaht adamakıllı şaşırmıştı. Oysa Japonlar zeki olurlar derler. Bizim konuğun ağzı açık, Atatürk’ün ezbere okuduğu Japon şairlerinin şiirlerini dinliyordu. Atatürk “Japon şiirinin dünya edebiyatında çok büyük yeri vardır” diye şiir dizelerini arka arkaya sıraladıkça, veliahtın şaşkınlığı artıyordu. Veliaht “Bunları nereden öğrendiniz?” diye de soramadı.
Dikkatinizi çekerim, o zamanlar telefon ya da bilgisayar arama motoruna tuşlayarak saniyeler içinde bir çok bilgiye filan ulaşamıyorsunuz.
Tevfik Rüştü Aras hatıralarını şöyle noktalıyor. “Veliaht Atatürk’ün bilgi ve hafızasına hayran kaldı, adeta onun esiri oldu. Öyle sanıyorum ki, veliaht, kendi ülkesine ve milletine ilişkin birçok şeyleri, o gece yabancı bir ülkede, o ülkenin devlet başkanının ağzından öğrenmişti”.
Son hikayem ise aynı yukarıda okuduklarınız gibi Atatürk’ün öngörüsü üzerine ve biraz buruk bir hikaye.
Atatürk Nutuk metnini el yazısı ile yazmıştı. Hiç dikkatinizi çekti mi bilemem. Beni hatırlayınız cümlesinin üzeri çizilmiş ve o cümle Nutuk’da yer almamıştır. Nutuk bittikten sonra Atatürk, tarihçi Hikmet Bayur’u çağırdı ve “oku bakalım” dedi. Bayur Atatürk’ün en güvendiği ve en değer verdiği insanlardan biriydi. Hikmet Bayur metni okudu ancak “beni hatırlayınız” cümlesine gelince içi burkuldu, üzüldü. Metnin tamamını okuyup bitirince “Gazi Hazretleri, eğer izin verirseniz bir şey söylemek istiyorum” dedi. Bu cümle bir vedayı hatırlatıyor, insanlar elbette fanidir ama böyle mutlu bir günde Cumhuriyetin onuncu yılında, milletin kalbini bir veda acısıyla yakmayınız. Hikmet Bayur daha sonra bu olayı Cemal Kutay’a anlatıyor. Derin bir nefes alıp yutkunuyor ve “Cemal” diyor. “Söylediklerimi düşündü, yüzüme uzun uzun baktı ve aynen şöyle dedi. Bu söylediklerin doğrudur, ben bu cümleyi kaldıracağım ama bunu bana kaldırdığın için ileride ben öldükten sonra inşallah pişmanlık duymazsın”.
Devam ediyor Bayur. “Sanki sonradan olacakları taa o günden biliyordu”.
3 yanıt
Tebrikler ve tesekkurler. ♥️ Bir solukta okudum. Yazinizda soz ettiginiz olaylardan hem bildiklerim hem de ilk kez duyduklarim beni cok etkiledi. Atamiz her sozu ve davranisiyla her zaman muhtesemdi. Emeginize saglik.
Çok teşekkürler.
Unutmayacağız, unutturmayacağız.
Bilgilendirme guzel ve anlamlı
Ama
Biraz daha kısa nasıl.olabilir….