“Cumhurbaşkanı her işe karışmamalı. Çünkü Büyük Millet Meclisi hakimdir. Bizim yeni dönem mebuslar özellikle bu işi kesinlikle hazmetmemişler. Halk Partisi de artık onlarla birleşiyor. Onlar karar veriyor. Hükümet yapılıyor. Efendim ben meclisin kararlarına karışamam. O meclisin verdiği kararları değiştirirlerse böyle bir şeye hakkım yok. Veto yoktu zaten. Bunu Atatürk bile kabul etmemiştir”.
Evet, 22 Haziran 1982’de İstanbul, Çiftehavuzlar’da Hüseyin Atay, Mehmed Said Hatiboğlu ve Ali Coşkun’un katılımlarıyla gerçekleşen bir söyleşide Türkiye Cumhuriyeti’nin 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar böyle söylüyordu.
İlerleyen yaşına rağmen hala dimdik ayakta, “Atatürk” derken gözleri ışıldayan Bayar söyleşiye devam ediyordu. “Yaşarken, büyük olmuş, büyük işler başarmış pek çok insan vardır. Fakat öldükten sonra, Atatürk gibi her gün biraz daha büyüyen, güçlenen, yasalaşan adam seyrektir. Siz bana: “Atatürk’ün özelliklerini belirleyen bir kaç hatıranızı anlatır mısınız?” diyorsunuz. Bir kaç hatıra ile Atatürk’ü anlatmak mümkün mü? Bu, koca bir denizi bir bardağa doldurmak gibi bir iş! Ben, olsa olsa, size bu okyanustan bir kaç damla sunabilirim”.
Umurbey’de doğmuştu. Ülkenin içinde bulunduğu durum onu kahrediyordu. Hayalleri vardı. Meraklıydı, devamlı okuyan, ülkesi için bir şeyler yapmak isteyen bir gençti. Daha çocuk yaşlarında Fransızca bilen köy öğretmeninden kendisine Fransızca öğretmesini istemişti. Umurbey’e, Gemlik’e sığmıyordu. Genç delikanlıyken Bursa’ya gitti. İmtihanlara girip, kazanıp önce Ziraat Bankası daha sonra da Deutsche Orient Bankasına girdi. Bir yandan da Fransızcasını geliştirmek için okula gidiyor, yabancı basından dünyada olup bitenleri takip ediyordu.
O sıralarda Selanik’te İttihat ve Terakki kurulmaya başlamış ve harekete geçmişlerdi. Ege Bölgesi’nin Yunan işgaline uğramasından önce iktidarda bulunan ve ülkenin tek hakimi konumundaki İttihat ve Terakki Partisi’nin Izmir Katibi sorumlusu olarak bölgede görev yapan Mahmut Celal durmadan, dinmeden yaptığı çalışmalarla herkesin güven ve sevgisini kazanmıştı. Artık Mahmut Celal kılıktan kılığa giren, Galip Hoca, Reşad-ı Sani, Müdür, Müftü, gibi lakaplarla Ege’nin kasabalarında,köylerinde,dağlarında,vadilerinde efelerle birleşerek milli bilinç ve cepheleri oluşturan Milli Mücadele’nin önemli isimlerinden biri haline gelmişti.
Atatürk ile Tanışma
Celal Bayar’ı hayatında en çok etkileyen olaylardan biri işte bu tanışmadır. Kendi ağzından dinleyelim.
“Mustafa Kemal adının memleket ufkunda bir ümit yıldızı gibi parlaması, Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizlerin Çanakkale’yi zorladığı günlere rastlar. Son Osmanlı Ülkesi, Anafartalar’ın bu genç kahramanında bir süredir ters dönen bahtının gülümsediğini hissetti. Hani, birdenbire seviliveren, yayılıveren, yürekleri dolduruveren şarkılar vardır; Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal de “yediden yetmişe” bütün ülkenin insanları tarafından dilden düşürülmez oldu. Ben de Mustafa Kemal Paşa’ya büyük bir asker olarak, o yıllarda inandım ve hayran oldum. Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıktık. İstanbul Osmanlı Mebusan Meclisi, İtilaf Devletleri tarafından kapatılıp dağıtıldı. Ankara’da birinci Büyük Millet Meclisi kuruluyordu. Çalışmalarımı sürdürmek için oraya giderken, Bursa’daki ailemi ziyaret etmek istedim. Deniz yolundan Bursa’ya gitmek tehlikelerle dolu idi. Çünkü Saray ve işgal kuvvetleri tarafından tutuklanmak için aranıyordum. İzmit üzerinden de geçemezdim; İngilizlerin işgali altında idi. Çok zahmetli bir yolculuktan sonra, Bilecik üzerinden Bursa’ya geldim. Çekirge’deki evimize ineli on dakika olmamıştı ki, kapı çalındı. Gidip açtım. Kapı aralığından bir el uzandı ve avucuma bir kağıt bırakıp kayboldu!.
Gelen adamın yüzünü bile göremedim. Bu bir Ankara telgrafı idi. “Servis” derlerdi adına postahaneler! Açtım, imzasına baktım:
“Heyet-i Temsiliye namına Mustafa Kemal.”
Donakaldım.
Mustafa Kemal Paşa, beni Bursa’daki evimde nasıl bulmuştu!
Beni, işgal kuvvetleri tutuklamak, Malta’ya sürmek için arıyorlar, bulamıyorlardı. Saray, bütün zabıta kuvvetleriyle peşimde idi, ele geçiremiyordu. Ankara’da oturan Mustafa Kemal Paşa, hem de telgrafla, beni Çekirge’deki evimde buluyor ve bana ilk emirlerini veriyordu! Saat gibi işleyen bir “Haberleşme servisi” kurulmadıkça, devlet kuvvetleri tarafından ele geçirilemeyen bir insanı telgrafla bulmak mümkün değildir. Bu sefer hayretime hayranlığım da eklendi.
Telgrafı okuduğum zaman, MUSTAFA KEMAL’in, ne demek olduğunu daha iyi anladım!
Macera filmi gibi bir hayattı.
Efe veya hoca kılığında Ege yöresini adım adım gezip Milli Mücadele ruhunu şahlandırmaktan Osmanlı Meclis’i Mebusan’lığına, TBMM vekilliğinden Bakanlığa, Türkiye’nin en önemli projesi olan Atatürk’ün bizzat yönettiği Ziraat ve İktisat hamlelerini gerçekleştimekten Başbakanlığa, Cumhurbaşkanlığına uzanan bir hayat.
Celal Bayar “İmar ve İskan Bakanı” olmuştu. Bu alabileceği en zor görevlerden biriydi. Yakılmış, yıkılmış, harap olmuş bir ülkenin tekrar yapılanması! Fakat bundan daha da önemli bir konu vardı ve bu konuyu Atatürk bizzat takip ediyordu. Ziraat ve Ekonomi’nin önemini bilerek önce köylü ve çiftçiler için kooparatifler kurdu. İnanılmaz sanayi hamleleriyle fabrikalar kurulmaya başlamıştı. Atatürk’ün plan ve programları doğrultusunda domates ve narenciye satılarak kuruldu o koca tesisler.
İmece usulü çalışarak, kooparatifler kurarak, kendi şahsi parasını bu kooparatiflere yatırarak, bire bir, yüz yüze gidip köylüyle, çiftçiyle konuşarak çıktı yola.
En acil ve önemli adımlar atıldıktan sonra artık daha orta ve uzun vadeli planlamarla, bankalar kurarak, kendi kendimize yeterek, ihracaat yaparak büyümeye devam etmek gerekliydi.
İmar ve İskan Bakanı Celal Bayar’a haber gönderdi.
İktisat Kongresi yapılacak ve yeni bir rota çizilecekti. Bir de banka kurmak gerekiyordu.
Bayar “onur duyarım” dedi.
O tekrar bir mesaj gönderdi Bayar’a, “yalnız bu zor bir iştir, fazlaca zamanını alacak ve dinlenmeye pek fırsatı olmayacak”.
Bayar “ben hazırım” dedi.
O tekrar “bu işleri yapabilmek için vekillikten ve diğer görevlerinden ayrılması gerekebilir, küçük, küflü bir binayı adam edip orada çalışmaya başlayacak, vekillik maaşını da alamayacak” dedi.
Bayar’dan haber geldi. “Her şart ve durumda beni nereye layik görüyorlarsa ben orada emirlerine amadeyim”.
Atatürk o keyifli zamanlarında yaptığı gibi bıyık altından güldü ve yaverine “çocuk” dedi, “ben sana demiştim”.
At nalına çalacak çivisi olmayan bir ülke 10 sene içerisinde dünyada kendi kendine yeten 7 ülkeden biri olmuştu. Uçak, otomotiv sanayisinden, eğitimden, sanattan tutun da, aklınıza gelebilecek her konuda bir rönesans yaşanıyordu. Onurlu, mutlu, sevgi ve saygı dolu bir toplum geleceğe ümitle bakıyordu.
Aradan çok uzun zaman geçmedi.
Ömrünü ülkesi için mücadele ile geçiren Atatürk artık ölüm döşeğindeydi.
Hastalık teşhisinin yanlış yapıldığını anlamış, o konuda kitaplar okumuş, araştırmalar yapmış, başta Hatay konusu olmak üzere yapması gerekenleri sıraya koymaya ve ne kadar ömrünün kaldığını hesaplamaya çalışmış, son nefesine kadar ülkesi için çalışmıştı.
Celal Bayar Başbakan olarak çalışmalarına devam ediyordu. İşte tam da o günlerden bir anıyı yine Celal Bayar’dan dinleyelim.
“Atatürk Dolmabahçe Sarayı’nda son günlerini yaşıyordu ve ben de kendisinden emir almak ihtiyacını duyuyordum. Beş senelik yaptığımız plân başarı ile bitmişti İki buçuk senelik bir program hazırladım. Her şeyini tamamladım. İlân edeceğim.”
Bilmeyenler için hatırlatalım: Atatürk döneminde yatırımlar, kişilerin keyfi kararlarına göre değil, uzmanların hazırladıkları bir plâna göre yapılmaktaydı!
Bayar şöyle devam ediyor:
“Atatürk hastalığı sırasında basını da takip eder; gözlüğünü takar, yatağının içerisinde gazeteleri gözden geçirirdi. Emrini almadan gazeteyle ilân edersem kendisini ihmâl ettiğim manası çıkar. Ona izah edersem memleketin hayrına bir iş yapıldığını görmekten manen çok büyük bir zevk alır diye düşündüm ve doktorlardan izin istedim. Vermek istemediler. Israr ettim, “böyle bir vazifem var, bunu arz edeceğim” dedim. Nihayet bana 15 dakika süre verdiler.
Hazırlanmış beni bekliyordu. Anlatmaya başladım. 15 dakika dolduğu halde, anlattıklarımdan zevk alıyordu. Devam ettim. Dışarıdan doktorlar, “Yoruldunuz Paşam” diye müdahale ettiler. Onlara kızdı. “Ben bu işten yorulmam. Oturunuz bakınız bu adam ne anlatıyor, siz de dinleyiniz”!
Ne hastalık kalmıştı aklında ne de başka bir şey. Uzun zamandır ilk defa neşe ve heyecan içindeydi.
Ruhları Şad olsun.