Başta İngilizler olmak üzere, karşılarında son yüzyılda görmeye alıştıkları ezik, boynu bükük bir delegasyon göreceklerini zanneden komisyon üyelerini büyük bir sürpriz bekliyordu.
Türk heyeti önceden kararlaştırılan konferans tarihinde Lozan’a ulaştıklarında karşılarında kimseyi bulamadılar. Çünkü İngilizler konferans tarihini ertelemiş ancak bütün diplomatik nezaket ve kurallarını hiçe sayarak bu durumu Türklere haber vermemişlerdi. Aradaki zamanı Türklerin yaşadıklarını başta Fransa olmak üzere diğer devlet ve dünya basınına anlatarak değerlendiren İsmet İnönü konferans açılırken de yapılan ayıbı nezaketini yitirmeden bir kez daha ifade etmişti.
İşlerin farklı yürüyeceği ilk günden belliydi aslında. İnönü Türklere ayrılan masanın ardında bulunan sandalyeler ile İngiliz delegasyonu ve misafirlerine ayrılan koltukları görünce Mont Benon görevlisini çağırıp “ya bu koltukların yerine bizdeki sandalyelerden koyun ya da bize de o koltuklardan getirin” talimatını verdi.
Lozan’ı anlatan anılarda pek rastlanmayan ve belki de çok önemsenmeyen bu kısa konuşmanın ardında bence son derece önemli bir mesaj vardı. İnönü’nün kendi ifadesinde olan “biz buraya muzaffer bir ordunun temsilcileri olarak geldik”!
Konferansdan önce İnönü açılışı yapacak olan İsviçre Konfederasyonu başkanı Mr. Haab’a sordu. Açılış için konuşma yapacak mıyız?
Hayır dediler. O ise tekrar sordu, Lord Curzon açılışta konuşma yaparsa benim de yapmam gerekir. Ona konuşma hakkı verecek misiniz?
Cevap yine olumsuzdu. Mr. Haab kimsenin konuşma yapmayacağını söylemişti.
Ertesi gün konferans Mont Benon gazinosunda Mr. Haab’ın konuşmasıyla açıldı. açıldı. Haab, Konferansın Yakındoğu anlaşmazlıklarına son verecek bir barış girişimi olduğunu belirterek sözlerine şöyle devam etti. “Dilerim ki, Türk-Yunan Savaşı, on yıldan beri Avrupa’yı ve Asya’nın bir parçasını yakıp yıkmış olan ve uğursuz etkileri, hem yenenlerin hem yenilenlerin gelecek kuşaklarında sürüp gidecek trajedyanın son perdesi olsun…“
Haab’ın konuşmasından sonra İsmet İnönü’yü pek de şaşırtmayacak bir şekilde kürsüye Lord Curzon çıktı. Seha L. Meray’ın düzenlediği Lozan Barış Konferansı tutanaklarında da keyifle okuyabileceğiniz üzere Curzon yerine geçip otururken İsmet Paşa ayağa kalktı, hiç kimseye bir şey söylemeden ağır ancak kendinden emin adımlarla kürsüye çıktı, elini cebine atarak önceden hazırlamış olduğu konuşmasını çıkarıp herkesi selamladıktan sonra konuşmaya başladı.
Herkesin programın normal bir parçası zannederek izledikleri bu sahne İngiliz delegasyonunun sinir krizleri geçirmesine sebep olmuştu.
Son derece zekice yapılan bu hareket Türkiye’nin bu konferansa eşit taraf olarak katıldığını göstermekle kalmamış, İnönü’nün anlatımlarıyla yaşanan gerçekler basın yoluyla da tüm dünyaya bildirilmişti.
İsmet Paşa, “hâla bir milyondan fazla masum Türkün Küçük Asya ovalarında ve yaylalarında evsiz, ekmeksiz serseri dolaştıklarını” dile getirerek “bütün uygar uluslar gibi özgürlük ve bağımsızlık” istediğimizi vurgulamıştı. En baştan “Curzon konuşursa ben de konuşurum” diyen ve İngiliz diplomatının konuşmaması halinde kendisinin de konuşmayacağını söyleyen İnönü’ye yalan söylenmişti. O da bu oyuna karşı gereken en güzel cevabı vermiş oldu.
Curzon ve İngilizler Türklerin büyük bir zafer kazanarak, Batılı devletlerle eşit koşullar altında aynı masaya oturmalarını bir türlü içine sindiremiyordu. Nitekim görüşmeler sırasında Mondros’u hatırlatan Curzon’a karşı İsmet İnönü’nün cevabı net ve kısadır.
“Ben buraya Mondros’tan değil, Mudanya’dan geldim”!
Curzon, bütün müttefikleri yanına çekip Türkiye’ye karşı tam bir cephe oluşturmaya çalışıyordu. Nitekim o, büyük sorunları karara bağlamadan önce açık tartışmaya getirmek istemiyordu. İsmet Paşa bunun farkındaydı. Bu yüzdendir ki o “barışın İngilizlerin elinde bulunduğu” kanısına varmış ve “onların kopma konusu yapabilecekleri konulara öncelik vererek bir sonuca gitmeyi planlamış ve bu planı yavaş yavaş, sabırla uygulamıştır.
“Türk halkı, bütün öteki halklar gibi, kendi varlığına, bağımsızlığına ve haklarına ilişkin her şeyde son derece kıskançtır” diyen İnönü karşı taraf olan komisyon üyeleri ve basının bile sempatisini kazanmaya başlamıştır.İsmet Paşa’nın sık sık egemenlikten, bağımsızlıktan söz etmesinden yakınan Curzon’a Paşa cevap verir.
“Bağımsız bir ulus ve devlet olan Türkiye’nin; haksız ve egemenliğine göz dikmiş önerileri, ne yoldan ve ne biçimde olursa olsun, kabul etmesi beklenemez.“
Lord Curzon, sık sık İsmet Paşa’yı kündeye getirmeyi denemekten geri kalmamıştır. Konferansın azınlıklar sorunu yüzünden kesilmesi tehdidine İsmet Paşa’nın yanıtı şu olmuştur: “Eğer bu sözlerde bir kesilme tehdidi varsa, eğer bu kesilmeden Türkiye mesul tutulmak isteniyorsa, mesele bu şekilde ortaya sürülmemelidir. Çünkü Lord Curzon’un nutkundan evvel azınlıklara hak tanımayı biz kendimiz kabul etmişizdir. Sonra, Türk heyeti hiçbir güçlük çıkarmış da değildir. Buna rağmen kesilme için azınlıklar meselesi münasip bir bahane olarak kullanılırsa, bu hakikatler öğrenilince, bizim lehimizde yükselecek ses o zaman muhterem Lordun zannettikleri gibi yalnız Ankara’nın sesi olmayacaktır.“
“Ellerinin temiz” olduğunu, bu yüzden de Milletler Cemiyeti’nin denetiminden çekinmediğini öne süren Lord Curzon’a İsmet Paşa, alnı açık olarak şunları söyler: “Yabancı istilası yüzünden yakılıp yıkılmış kendi memleketlerinde çalışan Türklerin elleri özellikle temizdir. Bu eller hiçbir vakit, hiçbir yabancı memlekete ne saldırmış, ne yabancı bir memleketi istila etmiş, ne yakıp yıkmıştır; bütün başka ellerle karşılaştırılmakta çekinecek hiçbir şeyleri yoktur.“
Bu sahneye tanık olan Ali Naci Karacan, İsmet Paşa’nın sözlerinin etkisini şöyle açıklar: “Biz Cemiyeti Akvam’a girmekten korkmuyoruz. Çünkü ellerimiz temizdir” sözüne “bizim ellerimiz bilhassa temizdir” şeklindeki karşılığı büyük bir etki yarattı. Yalnız bu cümle Curzon’un bütün nutkuna tek başına yeterli bir cevaptı… İsmet Paşa’nın Lord Curzon’a çok haklı ve biraz sert karşılık vermesi, Türk başdelegesini birdenbire Lozan’ın her sınıftan, her ekolden çeşit çeşit diplomatları arasında en cazip, en saygıdeğer şahsiyeti haline getirdi. Türk ulusuna en düşman yabancı muhabirler bile söyleyecek söz bulamıyordu.
İtalyan delegesi M. Montagna, İsmet Paşa’nın yanına gelerek “Sizi protesto ediyorum” dedi.Ancak aldığı yanıt onu şaşırtır.
-Bana bak Montagna, ben protesto bilmem!
-Ne bilirsin?
-Böyle protesto ettin mi, dayanamam, 1 saat sonra muharebeye tutuşurum.
-Şimdi muharebeyi nerden çıkardın?
-Ben bütün ömrümde emir aldım, emir verdim, protestoymuş, cilveymiş, bilmem bunları.
Evet bilmiyordu onları, Türk tezini savunuyordu, Atatürk’ten talimat alıyordu yeni hareket tarzları için, o kadar.
Gururlu İngilizlerin ünlü siması Lord Curzon, İsmet Paşa’nın her dediğine karşı çıkıyordu. İsmet Paşa’nın cevabı yine son derece netti.
“Ben buraya Mondros’tan değil, Mudanya’dan geliyorum!”
İşte tam da bu sırada İsmet Paşa ve delegasyonumuza suikast yapılacağı ihbar edilir. Atatürk de uyarır, Çerkez Ethem’in oralarda olduğunu duymuştur. İsviçre yetkilileri ise Ermeni komitacılardan kuşkulanmaktadırlar, “Talat ve Cemal Paşa’nın akıbetine uğrayabilirsiniz, sizi koruyabilmemiz için, otomobilinizdeki şu Türk bayrağını indiriniz” derler. İşte Paşa’nın yanıtı:
“Türk bayrağı o otomobilden hiçbir zaman kaldırılamaz. Bin Türk delegesi de kurban edilse, bayrak kaldırılmaz, yerinde durur”!
Günümüzün Cumhuriyet düşmanları hiç sıkılmadan Lozan’da bize ne söylendiyse kabul ettiğimizi, Lord Curzon’un isteklerinin harfiyen yerine getirildiğini söylüyorlar. Hiç bir belge, bulguya dayanmayan, roman gibi yazılmış mesnetsiz kitapları da belge gibi gösteriyorlar. Oysa nedir belge? Yayınlanmış telgraflar, mektuplar, kayda alınan konuşmalar, basına yansımış demeçler. Lozan hakkında tarihi belgelere, hatıralara bile bakmaya gerek kalmadan Curzon’un sadece tek bir cümlesini hatırlatmak istiyorum. Karşılaştığı direnç ve diplomatik dirayetten sıkılan Curzon İnönü’ye yaklaşır ve der ki:
“Tüm dediklerimizi, makul ve haklı olduğuna bakmaksızın reddediyorsunuz. En nihayet şu kanaate vardık ki; ne reddediyorsanız hepsini cebimize atıyoruz. Memleketiniz haraptır, imar etmeyecek misiniz? Bunun için paraya ihtiyacınız olacak, parayı nereden bulacaksınız? Para bugün dünyada bir ben de var, bir de yanımdakinde. Unutmayın ne reddederseniz hepsi cebimdedir… Para kimsede yok, ancak biz verebiliriz… İhtiyaç sebebiyle yarın karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman, bugün reddettiklerinizi cebimizden birer birer çıkarıp size göstereceğiz.”
Şu yanıtı alır Curzon, İsmet Paşa’dan:
-Çok emekle bu sonuca varmışızdır. Şartlarımız milletimize göre haklıdır. Bunları behemehal alacağız. Biz bunları alalım; siz şimdi verin, sonra gelirsek, istediğiniz yapın”
Lord Curzon’un bu tepkisi, her dediğini kolayca kabul ettiren bir devlet adamının tepkisi olabilir mi?
ABD temsilcisi, kayın biraderine yazdığı mektupta İsmet Paşa’yı Napolyon’a benzetiyordu ve “Tarihin en büyük diplomatı” diyordu. Ve devam ediyordu sözlerine: “Hepimizi köşeye sıkıştırdı ve bunu aksini söyleyenlerin homurtularına bakmaksızın, dürüstçe ve hakkaniyetin gerektirdiği biçimde yaptı.
Devam edecek…