1950’li yıllarda İstanbul’da yaşanmış gerçek bir hikaye!
Hikayemiz bir belediye otobüsünde geçiyor. Otobüs tam Eminönü durağına gelmiş ve kapılarını açacakken bir kadının “Sakın kapıları açma, cüzdanım çalındı, otobüste hırsız var” şeklinde canhıraş sesi duyulur.
Kadın ısrarcıdır ve bağırmaya devam eder.
Bunun üzerine şoför kapıları açmaz ve yerinden kalkarak kadına “otobüste çalındığına emin misin? Çantanı kontrol et!” der. Kadın “biraz önce biletimi almak için cüzdanımı çıkarmıştım, daha sonra yerine koydum ama şimdi yok” diye cevap verir. Şoför bunun üzerine hiddetlenerek “kimse kıpırdamasın herkesin üzerini arayacağım” der. Şoför önden biletçi arkadan başlayarak yolcuları tek tek aramaya başlarlar.
Herkes aranmış yalnız bir kişi kalmıştır. Henüz aranmayan yolcu binbaşı rütbesinde resmi üniformalı bir kara subayıdır. Üzerinde de haki renkli kalın paltosu vardır. Şoför “Binbaşımı aramaya lüzum yok, bir Türk subayını hırsızlık şüphesi ile asla aramam, cüzdan bulunamadı” diyerek kapıları açmak için yerine doğru yönelir.
Tam bu sırada Binbaşının kendinden emin davudi sesi duyulur; “Beni de arayacaksınız, töhmet altında kalmak istemiyorum!”
Şoför aramak istemez ama Binbaşının ısrarı karşısında mecbur kalır. Tam elini Binbaşının paltosunun cebine sokarken “hayır arama, ben çaldım!” diyen biraz hırpani giyimli bir adam çıkar.
Ve adam “cüzdanını çaldığım kadın bağırınca korktum, aranabileceğimi düşünerek cüzdanı, aranmayacağını bildiğim hemen yanımda bulunan Binbaşının paltosunun cebine bıraktım. Fakat bir Türk subayının hırsızlıktan suçlanmasına gönlüm razı değil. Yankesiciyim, hırsızım ama vicdansız değil!” diyerek başını önüne eğer.
*****
İşte biz böyle bir millettik …
İstanbul işgal altındadır. Çakmak gözlünün “geldikleri gibi giderler” dediği zaman.
İstanbul Hükümetinin Harbiye Nazırı Ziya Paşa her zamanki yumuşaklığı ile;
“Beyler, İngilizlere kafa tutamayız. Adamların hiç şakası yok. Daha geçen gün, bir bahane icat ederek İzmit’i tekrar işgal ediverdiler.”
Sarı Atlas döşeli büyük oda, nezaretin ileri gelen subayları ile doluydu. Hürriyet ve İtilaf Partisi yanlısı olan birkaç gerici subay dışında hepsi, Anadolu’ya geçmeye çoktan hazır, Ankara’nın İstanbul’da kalmalarını gerekli gördüğü namuslu askerlerdi. Kapı açıldı, kapının boşluğu içinde yaver göründü:
– ‘Emrettiğiniz yüzbaşı geldi efendim.’
– ‘İçeri al.’
Nazır subaylara bilgi verdi:
– ‘Az önce sözünü ettiğim talihsiz olayın faili.’
Yüzbaşı bekletmeden içeri girdi, kaygılı bakışlarla kendisini izleyen subayların arasında hızla ilerleyerek nazırın masası önünde durdu, selam verdi:
– ‘Yüzbaşı Faruk, İstanbul. Beni emretmişsiniz.’
Uzun boylu, kumral, yakışıklı, biraz bıçkın havalı bir subaydı.
Nazır önündeki yazıya bakarak yumuşak sesle, ‘Oğlum..‘ dedi, ‘.. dün akşam Beyoğlu’nda, İngiliz İnzibat Subayı Teğmen Miller’i, emre rağmen selamlamamışsın. Doğru mu?’
– ‘Evet efendim, doğru.’
Nazır, dürüst subaya babacanca yol gösterdi:
– ‘Herhalde görmediğin için selamlamadın, değil mi çocuğum?’
– ‘Hayır efendim, gördüm.’
Nazırın canı sıkıldı:
– ‘Niye selamlamadın öyleyse? Selamlamanız için emir verilmişti.’
– ‘Rütbesi benden küçük olduğu için selamlamadım Paşam.Askerlik töresince, önce onun beni selamlaması gerekmez miydi?’
Ziya Paşa derin bir kederle ellerini açtı:
– ‘Askerlik töresi mi kaldı a çocuğum, adamlar galibiyet haklarını kullanıyorlar.İngiliz Komutanlığı bu sabah olayı protesto etti.Mesele çıkarılacak zaman değil. Hemen şu müzevir teğmeni bul da özür dile.Olayı kapatalım.’ Başıyla çıkması için izin verdi.
Ama yüzbaşı yerinden kıpırdamadı:
– ‘Paşam, bir de beni dinlemenizi rica ediyorum.’
Nazır bıkkınlıkla, ‘söyle bakalım’ dedi.
‘Balkan savaşında teğmendim. Çanakkale’de üsteğmen, Suriye cephesinde yüzbaşı oldum.Ben bu rütbeleri tek başıma savaşarak almadım.Her rütbemde binlerce şehidin ve gazinin hakkı var.Onların hakkını korumak namus borcumdur.Beni affedin, özür dileyemem.‘
Harbiye Nazırı bozuldu:
– ‘Anlamadın galiba.Harbiye Nazırı olarak emrediyorum.‘
Yüzbaşı sükûnetle, ‘Anladım efendim’ dedi, apoletlerini bir hamlede söküp nazırın masasına bıraktı:
– ‘Artık emrinizi dinlemek zorunda değilim!’
Selam vermeden dönüp kapıya yürüdü.Oturan subayların, İstanbul’u tutan birkaçı dışında, hepsi saygıyla ayağa fırladı.Hepsinin rütbesi yüzbaşıdan daha büyüktü.Gözleri dolarak, yüzbaşıya selam durdular…
Bu Cumhuriyeti böyle subaylar kurdular.
***
İşbirlikçi Said Mollaların,İskilipli Atıf’ların,Saidi Kürdi’lerin,Türk’lükten çıkan Şeyhülislam Mustafa Sabri’nin,”İngiliz milletine karşı beslediğim sevgi ve hayranlık duygularımı babam Sultan Abdülmecit’ten miras aldım. Ümidimi Allah’tan sonra İngiltere’ye bağladım” diyen Sultan Vahdettin’in torunları hala aramızda cirit atmakta, gericilik bayrağını taşımaktadırlar.
Almanya Fransa savaşı öncesi Paris’te bir olay yaşanır.
Çıkan gerginlikte sivil vatandaşlar subayları taciz eder sonra da döverler. Halk olayı sadece izlemekle yetinir. Olay Hitler’in kulağına geldiğinde “tamam” der. Artık Fransa’yı kolayca işgal edebiliriz.
Atatürk’ün, Kıbrıs bizim gözbebeğimizdır Kıbrıs’a sahip olan doğu Akdeniz’e sahip olur sözlerinin üzerinden uzun yıllar geçmişti. Rumlar yunan Hükümeti’nin de desteğiyle Kıbrıs’da bir soykırım yapıyorlardı. Toplu halde kurşuna dizilen insanlar iş makinalarının açtığı çukurlara atılıyor kadın ve çocuklara bile işkence ediliyordu. Diplomatik çözümlerin de tükenmesi ile beraber Türkiye bu duruma daha fazla seyirci kalamadı ve Türk ordusu yavru vatandaki soydaşlarımızın yardımına koştu.
Kıbrıs barış harekat başlamıştı.
Türk ordusunun çıkartma yapmasıyla beraber İngiliz savaş gemilerinin de Akdeniz’e süzülüp Kıbrıs’a doğru ilerlediği haberi gelmişti. Genelkurmay derhal bir plan yaptı. Bir oyalama taktiğiyle beraber tam teçhizatlı üç Savaş uçağımız İngilizlerin en kuvvetli ve en büyük üç gemisinin bacalarından içeriye dalış yaparak kendilerini feda edecekler ancak İngiliz donanmasına büyük bir darbe indireceklerdi. Tugay Komutanı emri iletmek üzere subayları topladı. “Bunu Çanakkale’de başardık ancak anlaşılıyor ki düşman bundan ders almamış gerekirse yine yapacağız” dedi. Gözleri pırıl pırıl heyecan içerisinde bekleyen subaylara baktı ve “evlatlarım bana kendini vatan için feda edecek üç gönüllü lazım gönüllü olan bir adım öne çıksın” dedi. Genci, tecrübelisi, değişik rütbelerden oluşan birlikteki pilot subayların hepsi bir anda “rapp” diye bir adım öne çıkmıştı.
Çünkü onlar Atatürk’ün subaylarıydı.
Kırmızı çizgiyi tören pantolonunda şerit zannedenlere kapak olacak bu hareket karşısında komutanın yapmaya çalıştığı tek bir şey vardı.
Gözyaşlarına hakim olmak.
Atatürk asker ve subaya çok önem verirdi. Hizmetliler ve askerler yemeklerini yiyene kadar yemeğe başlamazdı. Cumhuriyetin ilk yıllarında özellikle onbaşı ve çavuş olarak yetiştirilen askerleri tekrar memleketlerine öğrendiklerini öğretmek için gönderilmesi yolunda çalışmalar yapmış bir anlamda köy enstitülerinin temelini oluşturacak bir program hazırlamıştı. Türkiye’de terziler marangozlar tesisatçılar elektrikçiler en çok asker ocağında yetişiyordu. Milli Eğitim Bakanlığının yetiştirdiği toplam öğrenci sayısından fazla sayıda askere okuma yazma öğretiliyordu. Çeşitli araç ve ağır vasıta kullananların çoğu ehliyetlerini askeri birliklerden almışlardı. Askeri okullarda yetişen subayların eğitim programlarıyla bizzat İlgileniyor yabancı dilden müzik kültürüne kadar her detay üzerinde çalışıyordu.
Şimdi de Atatürk’ü dinleyelim.
Memleketimiz şu iki şeyin memleketidir:
Biri çiftçi diğeri asker.
Biz çok iyi çiftçi ve asker yetiştiren bir milletiz. İyi çiftçi yetiştirdik, çünkü topraklarımız çoktur. İyi asker yetiştirdik, çünkü o topraklara kasteden düşmanlar fazladır…bundan sonra da daha iyi çiftçi ve asker olacağız. Lakin bundan sonra asker oluşumuz artık eskisi gibi başkalarının hırsı, şanı, şöhreti ve keyfi için değil; yalnız ve yalnız bu aziz topraklarımızı korumak içindir.
, Efendiler,
Kuvveti olmayan, dolayısıyla mücadele edemeyen bir millet, mahkûm ve esir vaziyettedir.
Böyle bir milletin bağımsızlığı gasp olunur.
Dünyada hayat için, insanca yaşamak için bağımsızlık lâzımdır.
Bağımsızlık sahibi olmak için kuvvet sahibi olmak ve bunun için mevcudiyetini ispat etmek icap eder.
Kuvvet ordudur.
İngilizler, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için, pek tabii olarak evvela onu ordudan mahkûm etmek çarelerine giriştiler.
Mütareke şartlarının tatbikatı ile silahlarımızı, cephanelerimizi, bütün müdafaa vasıtalarımızı elimizden almaya çalıştılar.
Sonra kumandalarımıza ve subaylarımıza tecavüz ve taarruza başladılar.
Askerlik izzetinefsini yok etmeye gayret ettiler.
Ordumuzu tamamen lağvederek, milleti bağımsızlığını muhafaza için muhtaç olduğu dayanak noktasından mahrum etmeye teşebbüs ettiler.
Bir taraftan da müdaafasız, ordusuz bıraktıklarını zannettikleri milletin de izzetinefsine, her türlü haklarına ve mukaddesatına taarruzla milleti alçaklığa, boyun eğmeye alıştırmak planını takip ettiler ve ediyorlar.
Herhalde ordu, düşmanlarımızın birinci taarruz hedefi oldu.
Orduyu imha etmek için mutlaka subayını mahvetmek, aşağılamak lazımdır.
Düşmanlarımız, herkesten evvel onları öldürürler. Onları aşağılar ve hor görürler.
Ordunun ruhu subaylardadır!
Dolayısıyla subay için “YA İSTİKLAL YA ÖLÜM” vardır.
Fakat arkadaşlar ölmeyeceğiz..!!!
Bağımsızlığımızı muhafaza ederek yaşayacağız.
Milletimizi daima bağımsız görmekten bahtiyar olacağız..!!! “
Bilmem anlatabiliyor muyum?
Bir Yanıt
Yazınızı zevkle okudum ve duygulandım. Kalemine yüreğine sağlık. Basarilarinizin devamını dilerim Her şey gönlünce olsun Selamlar saygılar