Bir Florya Kaçamağı Hikayesi
O bir halk adamıydı. Şatafatı, gürültüyü, yalakalığı sevmezdi. Onu halktan ayırmak, onu hücreye hapsetmek demekti.
Sıkılır, kaçar, tek başına halkın içine karışırdı. Herkes bir telaş onu ararken o balıkçılarla beraber oturmuş ayakkabı ve çoraplarını çıkarmış, çayını yudumlayarak koyu bir sohbete dalmış, onların dertlerini dinliyor olurdu. Onu kâh bir iğde ağacının derdine düşmüş çiftlikte tek başına yürürken, kâh işçilerle beraber oturmuş soğan ekmek yiyorken bulmak hiç şaşırtıcı değildi.
Yine böyle bir gündü. Bunalmıştı. “Nuri kaçır beni, kimseler duymasın” dedi.
Nuri Conker, Atatürk’ün planını uyguladı ve Florya Köşkü’nün tüm nöbetçilerini atlatarak köşkten kaçtılar.
Tatlı bir Sonbahar günüydü. Çekmece’ye doğru yola çıktıklarında “Oh be çocuk, dünya varmış!” dedi ve keyifle bir sigara yaktı.
Birden Atatürk’ün gözleri akşam güneşi altında çift süren bir köylüye takıldı. Yaşlı adam sapanının sapına iyice yapışmış, toprakları yavaş yavaş deviriyordu. Fakat çiftin bir yanında öküz, bir yanında merkep vardı. Eşit güçlerle çekilmediği için sapan yalpa yapıyordu.
Atatürk şoföre “çocuk, dur burada” dedi. Araçtan inip köylüye seslendi, “Kolay gelsin Ağa! İşler nasıl bu yıl mahsülden yüzünüz güldü mü?”
Köylü isteksiz konuştu:
“Allah’ın gücüne gitmesin bey, bu yıl yufkaydı mahsül. Kabahatin acığı bizde, acığı yukarda! Biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi.”
“Bakıyorum, sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?”
“Var olmasına vardı ya, hıdrellezde vergi memurları sattılar.”
“Hiç vergi memurları köylünün üretim aracını satar mı? Olmaz böyle şey! Muhtara şikayet etseydin…”
Köylü güldü:
“Muhtar başında deel miydi memurun, a bey?”
Durum Atatürk’ün canını sıkmıştı. Halil Ağa isimli köylü ile konuşurken sigara ikram etti. Köylü sigarayı aldı ve içmeye kıyamayıp sonra içmek için kulağının arkasına koydu. Böyle olunca Atatürk bir sigara daha ikram etti. Köylü Atatürk’ün kimliğinden habersiz son derece samimi bir şekilde olup bitenleri anlatıyordu. Atatürk hakkını araması için kaymakama, valiye, hemen her hafta Florya Köşkü’ne gelen Başbakan İnönü’ye gidip derdini anlatmasını söyleyince köylü cevap verdi:
“Sen benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyliyon. Ama bak şimci, tutalım gittim vardım, beni o kapıya koymazlar ya…Tutalım ki kodular, koskoca İsmet Paşa’mızı göstertmezler ya. Tut ki gösterdiler ya ona halimi nasıl yanacağım hele; o sağarın sağarı! Heç işitmez beni…”
Nuri Conker lafa karışmak isteyince Atatürk’ün “karışma” dercesine sert bakışıyla lafını yuttu. Atatürk devam etti.
“Atatürk koca yaz şuracıkta oturup duruyordu. Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!..”
Köylü iyice keyiflenmiş, gülüyordu. “Sen ne diyorsun bey?” dedi.
“Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ümüzün yüzünü görmek için Peygamber gücü gerek… Hem, tut ki gördük. Yiyip içmekten, işinden gücünden başını kaldırıp bizim öküzün arkasından mı seyirecek?..”
Tadı kaçmıştı Atatürk’ün. Vedalaştılar, döndüler, arabaya bindiler. Halil Ağa, onları uğurladı. “Meraklanma beyim, evelallah heç kimse bizim hakkımıza el değdiremez. Fakat bu, Devlet Baba’ya borçtur. Ödenmesi gerek…”
Köşke döndüklerinde Atatürk yaverine emretti:
“Şimdi” dedi; “İstanbul’da ne kadar bakan, milletvekili varsa hepsini telefonla bulacaksın!.. Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. Ayrıca Vali Muhittin Üstündağ ile İsmet Paşa’yı bul, onlara da haber ver.”
Yaver odadan çıktı. Atatürk, Nuri Conker’e döndü:
“Şimdi sen de arabayla çıkıp o Halil Ağa’ya gideceksin. Ona benim kim olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir adam filan dersin. ‘Seni sevdi, sana öküz alıverecek’ diye bir şeyler söyle, kandır. Kuşkulandırmadan al getir buraya.”
O akşam Atatürk’ün sofrasında Başbakan İsmet İnönü, bakanlar, milletvekilleri ve İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ’dan oluşan yirmi beş konuk vardı.
Atatürk, “Bu akşam soframıza efendimiz gelecek” dedi. “Kendisine nasıl davranacağınızı çok merak ediyorum.” Herkes merak içindeydi. Kimdi bu “efendimiz”?
Nuri Conker Halil Ağa’ya gitti “Sana bir müjdem var” dedi. “Bizim Bey çok merhametli adamdır, seni de çok sevmiş, akşam davet etti, sana bir öküz hediye edecekmiş”. Olurdu, olmazdı derken Nuri Conker, Halil Ağa’yi ikna eder ve yola çıkarlar. Keyifli başlayan yolculuk Florya’ya yaklaştıkça sıkıntıya dönüşür.
Halil Ağa’yı bir ateş basar. “Hele sizin Bey’in adı ne didiydin?”
Biraz daha gidince daha da sıkılır, “Yok ben vaz geçtim indir beni” der. İnersin, inemezsin konuşurken araç Florya yoluna sapınca Halil Ağa’nın rengi bembeyaz olmuştur.
“Uff, uff, uff, Allah’ım ben nettim, o gözleri de nasıl tanımadım, vah benim akılsız başım, yandım Allah” diyerek Conker’e yalvarmaya başlar, “Ben ettim, sen eyleme, ayağını öpem bırak beni, goyver gidem!”
Köşk’te ise herkes sofradadır. Başyaver içeri girer ve Atatürk’ün kulağına bir şeyler söyler.
Atatürk seslenir, “Buyursun!”
Atatürk konuğunu, “Hoş geldin Halil Ağa” diye karşıladıktan sonra kendisini sofradaki konuklarına tanıtır, “İşte beklediğimiz, Efendimiz”.
Misafirlere köşkten Conker’le birlikte nasıl kaçtığını, Halil Ağa’yı, bir yanında öküz, bir yanında merkeple çift sürerken nasıl gördüğünü, ayrıntılı bir şekilde anlattıktan sonra, “Şimdi gerisini Halil Ağa ile birlikte yanınızda tekrarlayacağız. Ben sorduklarımı baştan soracağım Halil Ağa da orada bana söylediklerini olduğu gibi tekrarlayacak.”
“Bak beri, Halil Ağa” dedi. “Sen bu akşam benim baş misafirimsin. Senin açık sözlülüğünü pek çok beğendiğimi bugün söyledim. Konuşmamızdan sonra sana hiçbir zarar gelmeyecek. Öküzünü de alacağım. Ama şimdi ben tarlada sorduklarımı baştan soracağım, sen de orada söylediklerini aynen tekrarlayacaksın. İşte soruyorum:
“Bakıyorum sapanın bir yanında Öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?”
Halil Ağa dudakları titreyerek Atatürk’ün ayağına kapanacak oldu. Atatürk önledi:
“Yoo, bak böyle şey istemem. Soruyorum cevap ver.”
Soru-cevap valiye kadar aynen tekrarlandı. Sofradakiler, soluk almadan konuşmayı izliyorlardı. Ürkütücü sorulara gelmişti sıra. Atatürk sordu:
“Peki İstanbul şuracıkta, gideydin valiye, anlataydın derdini, onun işi bu değil mi?”
Vali Muhittin Üstündağ, Halil Ağa’nın ancak iki metre ötesinden kendisine bakıyordu. Nasıl desin? Ter basmıştı iyice, işi savuşturmanın yoluna kaçtı:
“Vali paşamızı biz görüp dururuz buralarda. Eteğine düşsek derdimizi duyurabilir miyiz ki…”
“Olmadı bu, Halil Ağa… Bana dediğin gibi, dosdoğru…”
“Böyle demedik mi beyim?..”
“Ya, ben mi yanlış anladım?.. Dur soralım bakalım Nuri’ye. Nuri, böyle mi dedi bize Halil Ağa?”
Nuri Conker karşılık verdi. “Hayır Paşam!..”
“Gördün mü? Demek aklında yanlış kalmış. Hani bir şey dediydin sen, vali neden duymazmış? Aynen bana söylediğin gibi söyle.”
Halil Ağa kekeleyerek konuştu:
“Köylük yerinde bizim dilimiz sağar demeye alışmıştır, paşam” dedi. “Kusura kalma gayri…”
Atatürk gülmeye başladı:
“Diplomatsın ki, yaman diplomatsın, Halil Ağa… Ama şimdi diplomatlık sırası değil, doğruyu konuşacağız… Söyle bana, orada dediğin gibi…”
Halil Ağa gözünü yumup, başını yere eğdi:
“Şaşırmışım, ağzımdan yanlışlıkla ‘Bırak bu sağarı’ diye bir laf kaçırmışım.”
Sofrada gülüşmeler başlamıştı.
“Hadi buna da oldu diyelim. Geçelim gerisine; “E, peki bir Başvekil İsmet Paşa var, bilir misin?”
Halil Ağa İsmet Paşa’nın yüzüne baktı ve gözlerini yere indirdi:
“Şanlı İsmet Paşamız bilinmez olur mu hiç? O bugüne bugün…”
Atatürk Halil Ağa’yı durdurdu.
“Bırak şimdi övgüleri” dedi.
“Ben lafın gerisini getireyim; Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul’a geliyor, Florya Köşkü’ne iniyor, köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona. Herhalde bir çaresini bulurdu.”
Halil Ağa yine kaçamak yanıt verdi:
“Kapıya koymazlar ya bizi, koysalar da şanlı paşamıza Öküzümüzü mü yanacağız!..”
Atatürk’ün sesi iyice sertleşti:
“Beni uğraştırma, Halil Ağa” dedi. “Erkek adam sözünü yalamaz. Ne dediysen, tıpkısını tekrarlayacaksın!..”
Halil Ağa ürktü, toparlandı. Başını yine yere gömüp konuştu:
“Şanlı Paşamıza da sağar dedikti ya…”
“Yalnız sağar değil, ‘sağarın sağarı’ değil miydi?”
Halil Ağa yere eğik başını acıyla salladı:
“Öyle dedikti paşam, doğrusun!..” diyebildi.
Atatürk, İsmet Paşa konusunda daha fazla ısrar etmedi, sözü kendine getirdi:
“Son soruyu sorayım şimdi” dedi. “Bunun da karşılığını ver, öküzünü al git.”
“Koca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu? Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya?”
O sıkılmış, utanmış, süklüm, püklüm olmuş Halil Ağa işte o an her şeyi göze almış insanların yiğitliği içinde doğrulur, Atatürk’ün gözlerinin içlerine bakarak, “İşte bunu demem Paşam” der. “Ağzıma ataş doldur, işte bunu demem!”
Halil Ağa’nın gönlünü alıp sofrasında ağırlayan Atatürk misafiri ayrıldıktan sonra “Efendimizin halini gördünüz mü beyler?” diye seslenir. “Devlet size böyle davransa, siz ne yaparsınız? Mübarek millet bu, adam millet bu… Şimdi bu adam milletin karşısında ‘adam olmak,’ bize düşüyor!..”
Bu Cumhuriyet böyle kuruldu…
[vc_row padding=”small” vpadding=”small”][vc_column][vc_separator dh=”1″ color=”primary” margin_top=”30″ margin_bottom=”20″][/vc_column][vc_column width=”3/4″][vc_column_text el_class=”blognote”]Bu yazı ilk olarak, bir Başkent Üniversitesi Kültür Yayını olan Bütün Dünya Dergi’sinin 2016 Ekim sayısında yayınlanmıştır.[/vc_column_text][/vc_column][vc_column width=”1/4″ text_align=”right” el_class=”blogbutton”][vc_button style=”alternateprimary” align=”center” title=”Dergiyi Oku” target=”_blank” href=”http://www.butundunya.com/index.php?arsiv=2016/10″][/vc_column][vc_column][vc_separator dh=”1″ color=”primary” margin_top=”3″ margin_bottom=””][/vc_column][/vc_row]
2 yanıt
Köylü bu milletin efendisidir öyküsüyle bu yazılanın ilgisi yok.
Bu yazılanlar başka bir öyküye ait.
Köylü bu milletin efendisidir sözü, Bulgaristan’a giden (ataşemiliter) Atatürk’ün
gözlemlerinden aldığı notlardadır.
Haklısınız, bundan önceki yazımda zaten değinmiştim.