Hep söylerim, bizler bayram ziyaretlerinde şeker tuttukları zaman “sakın görgüsüzlük yapıp almayın, ısrar ederlerse bir tane alıp teşekkür edin” diye büyütüldüğümüz için olup bitenlere bir anlam veremiyoruz.
Büyüklerimiz “haram yeme, gösteriş yapma, vatana ve devlete faydalı işler yap” diyerek büyütüldüler.
Yokluk, savaş gördüler.
Az ile yetindiler, şükrettiler, vatan ve aile her zaman öncelikti.
“Aman memur ol” diye yetiştirildiler.
Vatana hizmet aşkı önemliydi.
Yurtdışında okuyanlar okulu bitirip koşa koşa ülkelerine dönüyorlardı.
Okudukları ülkede kalsalar, çok daha iyi imkanlarla iş ve yaşam farkları olacağı halde hiç düşünmeden vatan topraklarında alıyorlardı soluğu.
Öğretmen olup vatana millete hayırlı öğrenciler yetiştirmek kutsal bir görevdi.
Öğretmenlik de bu yüzden kutsal bir meslek sayılırdı.
Savcı olmak, yargıç olmak, il, il, ilçe, ilçe gezmek, adalet dağıtmak.
Asker olmak.
Kuleli lisesi bir efsaneydi. Denizcilik okulunun tarihi Cumhuriyetten çok daha öncelere gidiyordu. Hele Havacı olup “Mavileri çekmek”!
Para değildi her şey.
Devletin tohum iyileştirme, gübre, ziraat, malzeme ofisi, karayolları, azot, şeker fabrikalarında çalışmak, geliştirmek fikri bile heyecan vericiydi.
Hem makam sahibi, hem garantili iş, kız istemeye giderken bile memurluk bir ayrıcalıktı.
Zaten 3 tane özel sektör vardı, Koç, Sabancı, Eczacıbaşı.
Orada çalışmak da devlet memurluğu gibiydi.
Sonraları “benim memurum işini bilir, köşeyi dön de, nasıl dönersen dön” şeklinde bir kültür oluşmaya başladı. Serbest meslek sahibi olmak, özel şirketler, özel bankalarda paralar kazanmak hevesi her şeyin önüne geçmeye başladı.
“Önce kendini kurtar, zengin ol, nasıl olursan ol ama yeterki zengin ol” yozlaşması ile öğretmenlerin geçinemedikleri için ek iş yapıp, simit sattığı dönemlere geçtik.
Tehlikelerin en büyüğü olan irticayı görmedik, görmemezlikten geldik.
60’lı, 70’li ve 80’li yıllarda darbeler yaşadık, ideolojik çatışmalara, karşılıklı kurşun sıkmalara, kardeşin kardeşi vurmasına şahit olduk.
Ama işte bir şekilde hayat devam ediyordu, her şey normale dönüyordu nasıl olsa.
Aksiliklere, hatalara, yanlışlara rağmen hala devletin üst kademelerinde okumuş, kültürlü, eğitimli, farklı da olsa kendi ideolojisine göre Laik Cumhuriyeti savunan zihniyetler vardı.
Kubilay’ı katleden yobazlar yoktu.
Varsa da ortalıkta yoktu.
Olsa Rıfat Ilgaz yazardı zaten, mutlaka “Hababam Sınıfı” filmlerinde takkeli, takunyalı abdest almaya giden biri olurdu.
En sofusu Erbakan’dı.
Bugünün yobazları içinde liberal, devrimci gibi duran Erbakan.
İste bizim serbest meslek ve rahat yaşam için terk ettiğimiz makamlara yavaştan yavaştan bu yobazlar yerleşmeye başladılar.
Savcılar, polisler, askerler, öğretmenler!
Ne diyor yobaz?
Eşofman giyen öğrenci kendisini tahrik ediyormuş.
“Annen dizinin üstünde giyse tahrik olursun” diyor.
Sonra bu sapıklığı din diye yutturuyorlar.
***
Zorunlu din dersinde “Adem ile Havva’dan geldiysek kardeş kardeşe mi çoğaldık, bu Çinliler, Zenciler, Hintliler nereden çıktı” diye sorduğumda yediğim sopa hala aklımda.
Sormak yasak çünkü, sadece verilen emirleri uygulayacaksın.
Erkeksen şahane.
Kitap senin için yazılmış.
***
Nasıl olsa bir şekilde düzelir diye serbest meslek ve rahat yaşam için devam ettik mücadeleye.
Atatürk’ün altın bir tepsi içinde sunduğu nimetlerin kıymetini bilmeden, irtica denen tehlikeyi görmeden.
***
İşte kırılma noktamız da buydu.
Sapık zihniyetlerin bu boşalan mevkileri alması.
Boşuna açılmadı onca öğretmensiz üniversite.
Bina dikmekle eğitim olacakmış gibi.
Olup bitene ses çıkarabilen okul var mı hiç?
En son ne zaman sokağa çıkan, eylem yapan, direnen insan gördünüz?
Hacı’ya diploman var mı diye soruyoruz da diplomalı öküzler gözümüzün önünde.
Artık onlar yönetiyor, yönlendiriyor gündemi.
Hala da aynı aymazlık içinde bekliyoruz.
Bir kurtarıcı gelir diye.
Aklımızı başımıza alıp toparlanmazsak, daha çok bekleriz…