Emaneti gençlere teslim ederken “Harici ve dahili bedhahlar olacaktır” diyordu. Bunu söylerken de yaşadığı ruh halini yansıtıyordu.
Mucizeler sığdırdığı 57 senelik ömründe, çalışmadan, oturup keyif içerisinde “oh, bugün de rahat ettik diyebildiği tek bir günü olmadı. Hem içerden hem dışardan gelen saldırılara karşı her an hazır olmak durumundaydı.
Kendi kurduğu Meclis’de, bugün çizilmiş olan sınırlar içinde doğmamış ya da bir vilayette 5 seneden fazla görev yapmamış olan şahıslar Meclis’te vekil olmasınlar diye yasa çıkarmaya çalışan hainler vardı.
Oysa o Selanik’de doğmuş, ömrü cepheden cepheye koşmakla geçmişti!
Her cephede düşmanla savaşmıştı.
Payitaht için vatanı peşkeş çekmiş Padişah, Sadrazam ve Şeyhül-İslam’ın adına İngilizlerin oluşturduğu ordularla, idam fermanlarıyla, sahtekarların fetvalarıyla mücadele etmişti.
Nefes alabildiği tek zaman halkıyla, özellikle de gençlerle beraber olabildiği zamanlardı.
Onu kah pantalonun paçalarını sıvamış, yalınayak kumsalda balıkçılarla oturmuş çay içerken, kah sahilde gençlerle sohbet ederken görebilirdiniz. Yanında korumalar ordusu olmadan sessiz, sedasız bir köseye oturup kahvesini yudumlamak veya inşaat yapan işçilerle soğan ekmek yemek, halkının arasına karışmak onu inanılmaz mutlu ederdi.
Yemek masasında yaveri gelip kulağına bir şeyler fısıldayıncaya kadar yemeğe başlamazdı. Manevi kızları bu durumu o kadar çok merak ediyorlardı ki bir gün sormaya karar verdiler. Atatürk gülümsedi ve “devlet işleri” dedi. İkna olmayan kızlar doğru yavere gittiler. Her gün yemekten önce Atatürk’ün kulağına ne fısıldıyorsun da yemek ondan sonra başlıyor diye sordular. Yaver de “Atatürk, asker ve çalışanlar yemeklerini bitirinceye değin ağzına lokma koymaz. Bu savaş zamanı cephe’de de böyleydi, şimdi olduğu gibi barış zamanında da. Ne zaman ki herkes yemeğini yer biz gidip kendisine haber veririz o da afiyet olsun deyip yemeğine öyle başlar” dedi.
O her zaman, en başından beri ne istediğini biliyordu.
Misak’ı Milli haritasını çizdiğinde henüz Manastır’da gencecik bir subaydı.
Daha Sivas Kongresi olmadan, o kafasında her şeyi yerli yerince oturtmuş, hedefe kitlenmişti.
Genelde okul kitaplarında bir paragrafta okunan, her şey güllük gülistanlık tereyağından kıl çeker gibi bir havada yazılan ancak aslında sonunda başarılı olsa bile oldukça zorlu geçen Erzurum Kongresi nihayet sona ermişti.
Yorgun argın kaldıkları eve geldiler.
Saat epey geç olmuştu ama durum değerlendirmesi devam ediyordu. Bir ara oturduğu yerden irkildi ve Mazhar Müfit Bey’e seslendi.
-“Mazhar not defterin yanında mı?”
-“Hayır Paşam.”
-“Zahmet olacak ama al da gel.”
Gerisini Mazhar Müfit’den dinleyelim.
Nerede ise sabah olacaktı. Fakat O’nun yanında iken dünya, gecesi – gündüzü olmayan alemden ibaretti. Bundan dolayı uyku gereksinimi de yoktu. Hemen not defterini alıp geldim.
O, anı defterime ve günü gününe her olayı not edişime hem sevinir, hem de bazen şaka etmekten kendini alıkoyamazdı.
-“Belleğimiz zayıfladığı zaman Mazhar Müfit’in defteri çok işimize yarayacak.”
Defteri getirdiğimi görünce, sigarasını bir kaç nefes üst üste çektikten sonra:
-“Ama bu defterin bu yaprağını kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar gizli kalacak. Bir ben bir Süreyya (Sonradan Kocaeli Milletvekili olacak Süreyya Yiğit) bir de sen bileceksin. Koşulum bu.”
Süreyya da, ben de:
-“Buna emin olabilirsiniz Paşam.”
-“Öyle ise tarih koy.”
Koydum. 7-8 Ağustos 1919, sabaha karşı.
-“Pekala yaz !.. Zaferden sonra şekli hükümet Cumhuriyet olacaktır. Bunu size daha önce bir sorunuz üzerine söylemiştim. Bu bir.”
-“İki; padişah ve hanedan hakkında zamanı geldikçe gereken işlem yapılacaktır.”
-“Üç; Tesettür (örtü) kalkacaktır.”
-“Fes kalkacak, uygar uluslar gibi şapka giyilecektir.”
Bu arada gayri ihtiyari kalem elimden düştü. Yüzüne baktım. O da benim yüzüme baktı. Bu gözlerin bir takılışta çok şey anlatan konuşmasıydı.
Paşa ile zaman zaman senli benli konuşmaktan çekinmezdim.
“Neden durakladın” dediğinde “Darılma ama Paşam, sizin de hayalperest taraflarınız var” dedim.
-“Bunu zaman gösterecektir. Sen yaz.”
-“Beş; latif hurufu (harfleri) kabul edilecek.”
“Paşam kafi kafi…” dedim ve biraz da hayal ile uğraşmaktan bıkmış insan edasıyla “Cumhuriyet ilanına muvaffak olalım da üst tarafı yeter” sözlerimin ardından defterimi kapadım ve koltuğumun altına sıkıştırdım. İnanmayan insan edasıyla da:
-“Paşam sabah oldu. Siz oturmaya devam edecekseniz, hoşça kalın…
Gel zaman geç zaman!
Aradan yıllar geçmiştir.
Çankaya’da akşam yemeklerinde birkaç defa: “Bu Mazhar Müfit yok mu, kendisine Erzurum’da şapka giyilecek, Latin harfleri kabul edilecek dediğim ve bunları not etmesini söylediğim zaman, defterini koltuğunun altına almış ve bana hayal peşinde koştuğumu söylemişti” demekle kalmadı, bir gün önemli bir ders daha verdi.
En çarpıcı anı ise şapka devrimini açıklamış olarak Kastamonu’ndan dönerken yaşanmıştı. Ankara’ya geldiği zaman da otomobille eski meclis binası önünden geçiyordu.
Manzarayı görünce inanamadım.
Yanında Diyanet İşleri Başkanı, şapkasını da giymiş Atatürk’ün yanında otururken bana seslendi.
“Azizim Mazhar Bey, kaçıncı maddedeyiz? Notlarına bakıyor musun?”
İşte Atatürk böyleydi.
Kademe, kademe, adım, adım sorunları çözerek dur durak bilmeden çalışırdı.
Büyük Zafer ve Lozan sonrası at nalına çakacak çivisi olmayan bir ülkede eğitim, sanat, sanayi, tarım, ekonomi, sosyal yaşam gibi her konuda bir devrim, bir “rönasans” yaşanıyordu. Ülkenin her yanı dev bir şantiye alanı gibiydi.
O sadece çok iyi bir asker olsa tarihe sadece “çok iyi bir asker” olarak geçerdi.
O ise yüzlerce filozof, ilim adamı, yazar, sanatçı, devlet adamı ve toplum liderlerinin yüzyıllar boyu sürdürerek gerçekleştirdikleri rönesansı tek başına on sene içinde yapmış bir deha, bir liderdi.
En çok da insana, özellikle de gençlere yatırım yapılıyordu.
Ömrünün sonuna doğru onu en çok meşgul eden hatta çok yıpranarak hayata göz yumma sürecini hızlandıran konu Kerkük, Musul ve Hatay’dı.
Önce Hatay işini çözüm yoluna koymuşken, sömürgeci takımın yeni ayak oyunları ile, Fransa verdiği sözleri tutmayarak, güçlük çıkarmaya başlamıştı.
İşte bu haber kendisine İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nda tam başka bir sıkıntıyı halledip kahvesini yudumlamak üzereyken gelmişti. Gelen mesajı okudu. Sonra bir kez daha okudu, yavaşca.
Kahvesinden bir yudum aldıktan sonra yaverine seslendi. “Çocuk, bize bu akşam Park Oteli’nde bir sofra hazırlatınız,” dedi.
Yaver ve hizmetliler şaşkındı.
Bu haberle beraber Atatürk’ün çok canının sıkılıp ne yapacağını merak ederlerken sakin, sakin bu yemek ve Park Otel de nereden çıkmıştı?
Yaver tam selam verip dışarı çıkacakken “çocuk” diye seslendi yine. “Bu mesajı sanki bana hiç vermemişsin gibi akşam yemek sırasında sana işaret edince getirip bana vereceksin, anladın mı, sanki daha önce hiç görmemişsin gibi”!
Yaver tamamen şaşkın ve endişe dolu gözlerle bakarak biraz da kem küm ederek “emredersiniz” dedi.
Son derece zarif ve şık kıyafetiyle geldi. Kendinden son derece emin ve mütevazı bir tarzla etrafı selamlayarak sofraya oturdu.
Yemek faslı henüz başlamıştı ki o çakmak gözlerle yakarcasına şöyle bir baktı yavere ve yemeğine devam etti.
Yaver işareti almıştı.
Koşar gibi heyecanla Atatürk’ün yanına geldi, tıpkı sabah yaptığı gibi.
“Paşam, şimdi geldi, önemli” dedi.
Atatürk sakince pusulayı aldı, okumaya başladı.
Okudukça sinirlendiği her halinden belli oluyordu. Elini sert bir şekilde masaya vurdu ve herkesin duyabileceği bir şekilde “sanırım dostlarımız bizim neleri göze aldığımızı anlayamamışlar” dedi.
Sonra öfkeyle yaverine döndü, “derhal yola çıkıyoruz” dedi. “Adana’ya gidiyoruz. Bize bir tren hazırlamaları için lazım gelenlere hemen telefonla söyleyiniz”.
Devam etti. “Başvekili arayıp Ankara’ya haber veriniz, Mareşal Fevzi Çakmak’la İsmet İnönü Eskişehir’de bize katılsınlar”!
İsmet İnönü o sırada Başbakan değildi. Ertesi sabah trenle yola çıktı. Ankara’dan gelenler Eskişehir’de kendileri için hazırlanan kompartımana girdiler. Bir telaş havası da vardı, savaştan yeni çıkmıştık ama acaba Fransa ile harbe mi girecektik?
Atatürk ise gayet sakin görünüyordu, “telaş etmeyin” dedi.
7 Ocak 1937’de, Konya yolunda, Londra Büyükelçimiz Fethi Okyar’dan acele bir şifre geldiğini haber verdiler. Büyükelçi, aşağı yukarı, “İngiliz Dışişleri Bakanı Eden beni uykudan uyandırdı. Aman Atatürk’e yazınız, Hitler’le başımız dertte, Fransa’ya ihtiyacımız var, yolculuğun durdurulmasını rica ediniz, söz veriyorum, ben Fransa’ya vaat ettiklerimi yaptıracağım” diyordu.
Atatürk, “İstenilen olmuştur, dönelim,” dedi..
Sonra yanındakilere döndü ve gülümseyerek “gördünüz mü” dedi, “Park Otel’deki casuslar ne kadar da işe yarıyor, söylediğimin hemen yerine yetiştirileceğinden hiç şüphem yoktu”!
Atatürk her zaman ve her yerde Türk milletinin onurunu en yüce şekilde temsil etmiştir. Boğaz boğaza çarpıştığımız düşmanlarla bile son derece güzel dostluklar edinmiş, dostluk çerçevesinde savunma ve işbirliği antlaşmaları yapmıştır.
Gençlere anlatırken en çok keyif aldığım hikayelerden biri de Atatürk’e hayran olan devlet adamlarından Yugoslavya Kralı Alexander’ın hikayesidir. Yeni yıla doğru yol alırken yazımıza keyifli bir anı ile son verelim.
Yugoslavya Kralı Alexander Atatürk’ü ziyarete gelmiştir. Çok sıcak bir karşılama, güzel sohbetler sonrası akşam yemeğinde konuşmalar devam ederken Kral Alexander bir anda aşka gelir ve “size bir sırrımı söyleyeceğim” der.
Herkes dikkat kesilir.
“Biz sizi ve değerli Türk Milletini o kadar çok, o kadar çok seviyoruz ki, inanın Avrupa devletleri Yunanlılardan önce Anadolu’ya çıkmayı önce bize teklif etmişlerdi. Ancak biz sizlere olan sevgimiz ve saygımızdan dolayı bunu kabul etmedik”
Ortalık buz kesmiştir.
Oysa Atatürk hiç duraksamaz bile. “Ekselans, öncelikle kadirşinaslığınızdan dolayı müteşekkir olduğumuzu ifade etmek isterim”.
Kral gülümser, Atatürk ise devam eder.
“Ayrıca sizi Allah korumuş, büyük geçmiş olsun”!