Yıl 1913
Mustafa Kemal çocukluk arkadaşı Fethi Okyar’ın Büyükelçi olarak görev yaptığı Sofya’ya atanmıştır.
Askeri Ataşe olarak görevine başlamasıyla beraber çevreyi tanımaya, Avrupa gazete ve dergilerini daha yakından takip etmeye başlar. Yakın dostu Fethi Bey ile ülkenin gidişatı hakkında derin sohbetleri sırasında bir haber gelir. Katip efendi Sofya’da bir opera sahneleneceğini söyler. Mustafa Kemal şaşırır. “Yahu” der, “Osmanlı egemenliğinden çıkıp daha yeni bağımsız olmuş Bulgaristan’in bir opera binası, sanatçıları ve orkestraları var öyle mi, bunu mutlaka görmemiz lazım”!
Hemen bilet almak için harekete geçerler ancak sonuç hüsrandır. Tüm biletler hemen çıkar çıkmaz tükenmiştir. Mustafa Kemal arkadaşı olan Türk kökenli Varna mebusu Şakir Zümre’ye ulaşır. “Aman” der, “bize bilet bul”!
Zümre “emriniz olur” der hemen çok iyi yerden iki bilet bularak gönderir.
Fethi Bey ve Mustafa Kemal smokinlerini giyerler, iki dirhem bir çekirdek hazırlanıp operaya giderler. Sarı saçlarını özenle geriye taramış, son derece şık siyah smokiniyle parıldayan çakmak gözlü ve Fethi Bey perdenin açılmasına az bir zaman kala içeriye girdiklerinde tüm gözler onların üzerindedir. Yerli ve yabancı tanınmış devlet adamları ve tüm sosyete yerlerini almışlar ve Georges Bizet’in Carmen operasını izlemek için sabırsız bir şekilde perdenin açılmasını beklemektedirler.
Kadife perde yavaş yavaş açılırken büyüleyici bir müzik başlar. İlk perde biterken herkes ayakta alkışlamaktadır. Verilen ara sırasında henüz kimse ayaklanmadan bizimkilerin yanına bir görevli gelir ve “Kral Hazretleri operayı beraber izlemek üzere size locaya davet ediyorlar” der.
Böyle bir jest beklemediklerinden şaşırırlar. Şaşkınlıkları Kral Ferdinand onları loca’da ayakta karşılayınca daha da artar. Ferdinand Osmanlı Elçisi ve askeri ateşeyi görmekten duyduğu memnuniyeti dile getirdikten sonra Mustafa Kemal’e dönüp “operayı nasil buldunuz” diye sorar. Normalde bu soruyu önce Büyükelçiye sorması gerekmektedir ama Mustafa Kemal böyledir işte. Ona bakan herkesi büyüleyerek etkisi altına alır, düşmanlarında bile hayranlık yaratır.
Evet, Mustafa Kemal operayı nasıl bulmuştu?
Çok okuyan, her şeyi okuyan, müziği çok seven ve hemen her fırsatta müzik dinleyen çakmak gözlünün ömrü Selanik’de Manastır’da, İstanbul’da, Şam ve Trablus çöllerinde savaşlarla, mücadelelerle geçmişti. Ömründe ilk defa bir operaya gelmişti ancak gülümsedi ve son derece diplomatik bir cevapla “olağanüstü majesteleri” dedi.
Opera sonrası Kral ve hükümetin ileri gelenlerinin kendisine gösterdikleri ilgiden hoşnut olarak Şakir Zümre’yle beraber kaldıkları otele dönüp odalarına çekildiler.
Saat ilerlemiş, ortalık sessizdir.
Şakir Zümre’nin kapısı çalar ve kapıyı açtığında Mustafa Kemal’i görünce hem şaşırır hem meraklanır. “Hayırdır her şey yolunda mı”?
“Yok” der Mustafa Kemal, konuşalım mı biraz”?
“Elbette”, “n’oldu”?
“Şakir ben şimdi Balkan savaşında neden yenildiğimizi daha iyi anlıyorum. Biz bunları çoban bilirdik. Oysa bak operaları bile var. Yetişmiş sanatçıları, müzisyenleri, dekoratörleri! Opera binaları bile var.
Suskun oturur biraz çakmak gözlü, nefeslenir ve başını iki yana sallar, “ah” der, “bizim ülkemiz de acaba operaya kavuşacağı günleri görecek mi? Biz de bir gün o düzeye çıkabilecek miyiz”?
Aradan yıllar geçer.
Yıl 1924.
Aylardan Haziran, Cumhuriyetimiz kurulalı 8 ay olmuş. Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal (henüz soyadı kanunu çıkmamış) ve bir avuç arkadaşı, birbiri ardına yapacakları devrimlerin ön hazırlığını yapmakla uğraşıyorlar.
Şimdi hikayemizi ilk elden dinleyelim.
Köşk’den Başyaver Salih Bozok beni arıyor ve “Gazi”nin beni derhal görmek istediğini söylüyor. Acele ile Çankaya’ya Köşk’e gidiyorum ve çalışma odasında masası başında oturan “Gazi”nin karşısına geçiyorum. “Otur çocuk” diyor ve bana bir evrak uzatıyor. “Sesli oku çocuk” diyor.
Evrak bir mektup. Sol üst köşesinde Fransızca yazılmış, “Sovyet ve Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, Genel Sekreterliği” amblemi var. Mektup tercümesi şöyle:
“Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı, Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine.”
Bizler dost ve kardeş S.S.C.B., siz sayın cumhuriyetinize kuruluşunuzun 1.nci yıl dönümünde bir armağan vermek istiyoruz. Moskova Devlet Senfoni Orkestrası ve Korosu’nu Beethowen’in 9. Senfonisini seslendirmek üzere, günü tarafınızca belirlenen bir tarihte, Ankara’ya yollamak istiyoruz.
Bu armağanımızı kabul ederseniz kıvanç duyacağız.
Hürmetlerimle,
Vladimir Ilyich Lenin
Genel Sekreter“
Bu mektubu okuyunca çok heyecanlandım, ve düşünmeden “Paşam, bu fırsatı kaçırmayalım” dedim. Mustafa Kemal Paşa bir an düşündü ve “Çocuk, bu konseri nerede vereceğiz. Park’ta olmaz, kapalı konser salonumuz ‘yok’” dedi.
Bende “Paşam, müsaade ederseniz, Cebeci deki Halkevi’nin iç mekanını bu konsere uygun düzenleyelim ve konseri orada verelim” dedim.
Paşa “Tüm sorumluluğu üstüne alıyor musun” diye sordu. Bende ‘evet’ deyince; Salih Bey’e döndü, “Maarif Vekilini ara, Cevat Memduh’u ona gönderelim, gerekli hazırlıklar yapılsın; 30 Ekim 1924 akşamı bu konseri Ankara’da dinlemek istediğimizi, resmi bir yazı ile Lenin’e bildirelim” dedi.
Ben eteklerim zil çalarak, ama biraz da endişeli, Köşk’ten ayrıldım. Halkevinin taş duvarları keten örtüler ile kaplandı, orkestra ve koronun yer alacağı, ahşap platform inşa edildi. Birde, girişin hemen üstüne ahşaptan merdivenle çıkılan bir “Cumhurbaşkanlığı Locası” inşa edildi.
Büyük bir heyecanla, konser gününü beklemeye başladık. 100 küsur kişiden oluşan bu orkestra ve koro elemanları, gruplara ayrılarak Ankaralıların evlerinde misafir edildi. Çünkü kalacak otel yoktu.
Biz konser gününü beklerken, Salih Bey tekrar beni aradı ve “Gazi”nin yanında konseri izleyeceğimi bana bildirdi. Konsere, tüm yabancı elçilik mensupları, tüm bakanlar ve millet vekilleri, orkestra üyelerini misafir eden Ankaralı aileler ve bir miktar basın mensubu davetli idiler.
Ben Gazi Paşa ile Cumhurbaşkanlığı locasına geçerken, tüm orkestra ve korosu ayağa kalktı ve bizim İstiklal Marşımızı 4 sesle söylediler.
Ben Paşa’nın irkildiğini ve gözlerinin dolduğunu fark ettim. Neyse herkes tekrar yerine oturdu ve çok başaralı bir konser dinledik.
Konserden sonra verilen resepsiyonda, Salih Bey bana uzaktan işaret etti ve ben tekrar Gazi Paşa”nın yanına gittim.
“Çocuk, derhal pasaportunu hazırla! Fransa’ya gidiyorsun” dedi.
Ben “Paşam niçin gidiyorum” diye sordum. “Bak çocuk” dedi, “taşıma su ile değirmen dönmez. Sen şimdi Fransa’da gerekli müzik eğitmenlerini ikna edeceksin ve onları Ankara’ya davet edeceksin. Biz burada konservatuarı kuracağız ve eğitimli müzisyenler yetiştireceğiz!”
Bu öykünün sonrasını hepiniz biliyorsunuz.
Musiki Muallim Mektebi’nin konservatuara dönüştürülmesi, Riyaseti Cumhur Orkestrasının kurulması, Opera Binası’nın açılması; orkestranın çeşitli il ve ilçelerde klasik müzik konserleri vermesi ve halkımızın yavaş yavaş kulağının bu tip müziğe uyum göstermesi.
Bu gerçek öykü, yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir devrime ışık tutan ve yol açan bir öyküdür. Bu öyküyü anlatan da bu hatırayı bizzat yaşamış olan rahmetli müzikolog Cevat Memduh Altar’dan başkası değildir.
Ve bir başka anı!
Ağzım açık aşağıda size aktardığım anıları dinliyorum.
Muhlis Sabahattin İstanbul’da Opera ve Operetler oynayan bir kumpanya kurmuş.
Sene 1930.
Turneye çımışlar ve Carmen’i oynuyorlar.
Önce trenle İzmit’e gidiyorlar ve gösteri ful çekiyor. Oradan Adapazarı’na geçiyorlar ama havalar birdenbire çok soğuyor. Böyle olunca da temsil iyi gitmiyor.
Hele Eskişehir tam bir felaket. Kar diz boyu, temsil bile yapamıyorlar. Yapamayınca da otelde rehin kalmışlar iyi mi?
Paraları eksik.
Tam beş lira lazım. Beş lira da önemli para haa. Babam anlatırdı. Bebek Belediye’de 125 kuruşa faça masa donatılıp Müzeyyen dinlendiği günler.
Kumpanya karalar bağlamış otelde mucize beklerken, haber duyuluyor.
Atatürk Ankara’dan trene binmiş Eskişehir’e geliyor. Şapka devrimi, o yıl çıkan ve kadınlarda peçeyi kaldıran kanunla tamamlanmış. Ata, tanıtmak ve anlatmak için dolaşıyor.
Muhlis Bey lobide haykırıyor.
“Atatürk arkadaşım. Parayı bulduk.”
Kostüm sandıklarını açıyor. İçinden bir frak çıkarıp giyiyor.
Doğru Eskişehir garına.
Orada görevliler penguen kılıklı adama bakıyorlar. Biri “Amerikan Sefiri olmalı” diyor, yol açıyorlar. Muhlis Bey en öne geliyor.
Tabii o zamanlar yüzlerce, binlerce kişilik koruma ordusu yok. Cumhurbaşkanı halk ile iç içe. Tren gara giriyor. Vagonun camı iniyor. Atatürk’ün şapkalı eli gardakileri selamlıyor.
Sonra, iniyor aşağı, karşılayıcılara teşekkür etmek için.
Bir bakıyor, karşısında yakın dostu Muhlis Sabahattin.
Kollarını açıyor. “Muhlis!“
“Kemal!”
Sarmaş dolaş oluyorlar.
Muhlis Bey iki cümleyle özetliyor.
“Otelde rehin kaldık, Kemal. Beş lira lazım!”
Atatürk ceplerini karıştırıyor, cüzdanı açıyor.
Üç tek lira çıkıyor üzerinden.
“Üç liram var, Muhlis!“
“Beş lira lazım, Kemal!”
Atatürk yanındaki dört yıldızlı generale dönüyor, “iki liran var mı?”
Paşa ceplerini karıştırıyor ve 1 lira uzatıyor.
“Bu kadar var paşam.”
Atatürk “Dört lirayla idare et Muhlis” diyor.
“Beş lira, Kemal” diyor, Muhlis Bey.
Atatürk özel kalem müdürüne dönüyor bu defa. Hasan Rıza Soyak’a “bir lira bul” diyor. Özel Kalem Müdürü ceplerini karıştırıp, beş kuruşlar, on kuruşlarla bir lirayı denkleştiriyor.
Atatürk sonunda “Beş Lira”yı Muhlis Sabahattin’e uzatıyor.
Ali Poyrazoğlu “Ben bu hikayeyi birinci elden dinledim” dedi. “O kumpanyanın Carmen temsilinde Don Jose’yi canlandıran tenor Celal Sururi’den.”
Devrin güzelliğine bakar mısınız? Hani sövdükleri devrin.
İnanmadınız değil mi?
İnanılacak gibi değil çünkü.
Ama Atatürk’ün hangi yaptığı inanılacak gibiydi ki?
Onun için “Ata” Türk’tü o!
Teşekkürler Atam. Sana minnet, sana şükran!