Ara
Close this search box.

Özgürlük Nedir?

Gerçek özgürlüğün ne olduğunu, nasıl olacağını biliyordu.

Düşmanların iki büyük şaşkınlığı vardı.

Birincisi 10 sene top atışına tutsalar, tüm güçleriyle saldırsalar bu cephelerin üzerinden toz ile alamazlar dedikleri Kurtuluş savaşımızdı.

O toz kalkmaz denen cepheler yerle bir olmuş, 32 saat içinde düşman birlikleri Afyon’dan büyük bir kargaşa ile arkalarına bakmadan kaçmaya başlamıştı. Büyük bir kargaşa vardı çünkü böyle bir ihtimal ve Afyon’u boşaltma planı yapmamışlardı. Yaptıkları tek şey ayrıldıkları her yeri ateşe verip, çoluk çocuk herkesi yakarak öldürmekti. 

İstanbul’daki işgal kuvvetleri komutanı General Chappy tam anlamıyla bir şaşkınlık yaşıyordu. Sıkıntıyla alnında biriken terleri sildi ve üniformasının üst düğmesini açtı. Elindeki haritaya baktı ve derin bir iç çekerek “bu hızla yarın İzmir’e girerler” dedi.

Screen Shot 2020-12-04 at 9.30.46 PMScreen Shot 2020-12-04 at 9.23.31 PMScreen Shot 2020-12-04 at 9.55.34 PM

Harrington ondan da sıkıntılıydı. “Bu hızla piyadeler de girer” dedi. “İnanılacak gibi değil, ondört gün içinde iki yüz elli bin kişilik bir orduyu hemen hemen yok edip, 400 km yol almak, olağanüstü bir olay. Tarihin en büyük çöküntülerinden biri bu. Bunu gerçekleştiren ordu birkaç gün sonra Çanakkale’de tarafsız bölge sınırına dayanacak”.

Chappy bu düşünceden sarsılmıştı, “o zaman ne yapacağız” diye sordu.

Harrington cevapladı. “Hamlet’in dediği gibi, işte sorun da bu”!

Benzer şaşkınlık aynı anlarda Dolmabahçe Sarayında yaşanıyordu.

Tevfik Paşa telaş içinde halkı sefalet içindeyken saraylarda yaşayan, düşmana vatanı peşkeş çeken hain Vahdettin’in huzuruna çıktı ve “Savaş sona erdi, mütareke imzalandı” dedi.

Vahdettin kafasını kaldırıp camdan dışarı baktı. Hiç bir şey söylemedi. Acaba sona eren sadece bir savaş mıydı. Yavaşca ayağa kalktı, hiç bir şey söylemeden ağır adımlarla salonu terk etti.

Aradan az bir zaman geçmişti.

Sarı Paşa Bursa’daydı.

Screen Shot 2020-12-04 at 9.31.17 PM

Bursa Şark Tiyatrosu salonu İstanbul’dan gelen kadın ve erkek öğretmenlerle doluydu. Kadınların çoğu eşarplı, erkekler kalpaklı, ön sıralarda ise Fevzi Paşa, İsmet Paşa, Yakup Şevket Paşa, Kazım Karabekir Paşa ve bazi yaşlı öğretmenler oturuyordu.

Bir an salondaki sesler bir bıçak gibi kesildi. Sivil kıyafetlerini giymiş Çakmak gözlü Sarı Paşa, ne hızlı ne de yavaş ama kendinden emin ve insana güven veren adımlarla sahneye çıktı.

Ortalık yıkılıyordu. Ağlayanlar, gülenler, “yaşa, varol” sesleri birbirine girmişti.

Elini havaya kaldırınca büyülenmiş olan herkes bir anda susuverdi.

“Öğretmen hanımlar, öğretmen beyler, Bugün çok güzel bir gün. İstanbul’dan kalkıp buraya geldiğiniz için güzel. Hepinizi kendim ve silah arkadaşlarım adına sevgi ve saygıyla selamlıyorum. Barış görüşmeleri için bugün Lozan’a davet edildik”.

Salondan tekrar bir alkış yükselirken devam etti, “Refet Paşa ve küçük bir birliğimiz, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni ve onun gazi ordusunu temsilen İstanbul’dadır”.

Salon alkıştan yıkılıyordu. Kadın, erkek herkes ağlıyordu.

“Llyod George Başbakanlıktan istifa etti”. İmkansız gibi olsa da alkış sesleri daha da yükseldi.

Tekrar elini hafifçe yukarı doğru kaldırdı ve salondakilere baktı.

Herkes emir almışcasına sustu.

İnsanlar adeta büyülenmişti. Yere iğne düşse duyulurdu.

“Hanımlar, beyler” dedi, “buralara kolay gelmedik”.

“Bugün ulaştığımız nokta gerçek kurtuluş noktası değildir. Kurtuluşa ancak uygar, çağdaş, bilime, fenne ve insanlığa saygılı, özgürlüğün değerini ve şerefini bilen, hurafelerden arınmış, aklı ve vicdanı hür bir toplum olduğumuz zaman ulaşabiliriz.

Öğretmenler,

Ordularımızın kazandığı zafer sadece eğitim ordusunun zaferi için zemin hazırlamıştır. Gerçek zaferi, cahilliği yenerek siz kazanacaksınız, siz koruyacaksınız. Çocuklarımızı ve geleceğimizi ellerinize teslim ediyoruz. Çünkü aklınıza ve vicdanınıza güveniyoruz”.

Lozan ise düşmanlarımızın yaşadığı ikinci büyük şaşkınlık oldu.

Screen Shot 2020-12-04 at 9.31.49 PM

İşlerin farklı yürüyeceği ilk günden belliydi aslında. İnönü Türklere ayrılan masanın ardında bulunan sandalyeler ile İngiliz delegasyonu ve misafirlerine ayrılan koltukları görünce Mont Benon görevlisini çağırıp “ya bu koltukların yerine bizdeki sandalyelerden koyun ya da bize de o koltuklardan getirin” talimatını verdi.

Sabırla görüşmeleri yürüten İnönü ve Türk heyetinin kararlı tutumu Lord Curzon’u çileden çıkarıyordu. Bir ara İnönü’nün yanına yaklaştı ve “tüm dediklerimizi, makul ve haklı olduğuna bakmaksızın reddediyorsunuz. En nihayet şu kanaate vardık ki; ne reddediyorsanız hepsini cebimize atıyoruz. Memleketiniz haraptır, imar etmeyecek misiniz? Bunun için paraya ihtiyacınız olacak, parayı nereden bulacaksınız? Para bugün dünyada bir ben de var, bir de yanımdakinde. Unutmayın ne reddederseniz hepsi cebimdedir… Para kimsede yok, ancak biz verebiliriz… İhtiyaç sebebiyle yarın karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman, bugün reddettiklerinizi cebimizden birer birer çıkarıp size göstereceğiz.”

İnönü hiç istifini bozmadı.

“Çok emekle bu sonuca varmışızdır. Şartlarımız milletimize göre haklıdır. Bunları behemehal alacağız. Biz bunları alalım; siz şimdi verin, sonra gelirsek, istediğiniz yapın” dedi.

Kurtuluş savaşında böylesine bir zafer beklenmiyordu. Ankara dışarıyla ilişkileri kesmiş, son derece gizli ve başarılı bir şekilde vurucu darbe için hazırlanmış ve sillesiyle düşmanı denize dökmüştü.

Düşman sahada kaybedilenleri Lozan’da, Lozan olmazsa daha sonra ekonomik kuşatmayla geri alacağından son derece emindi.

Öyle ya, paramız yoktu. Çöpümüz yoktu.

Yıllar süren savaşlarda genç ve okumuş koca bir kuşak yok olmuştu.

Tren Eskişehir Ankara arasını 22 saatte alıyordu. Yol yoktu. Üretim yoktu, endüstri yoktu, köprü, okul, hastane, banka, araç, gereç yoktu.

Bu kadar olumsuzluklar ve yoklular içinde Türkiye geri dönüp para için yalvaracak, her türlü tavizi nasıl olsa verecekti.

Oysa Atatürk sadece iyi bir komutan değildi.

Yüzyıllar süren, yüzlerce ilim adamı, sanatçı, filozofların çabasıyla gerçekleşen Rönesansı tek başına planlamış, tasarlamış ve uygulamaya hazırlanmıştı.

Atatürk mucizenin kendisiydi.

 

Tarih 1 Mart 1922.

Milli Mücadele devam ediyor.

O ise kürsüde konuşuyor.

Sanki savaş bitmiş, imkansız denilen bir mucize olmuş, savaş kazanılmış da, tek kusurumuz ülkenin geleceği hakkında konuşmak kalmış.

Daha ortada ülke yok!

O ise kendisinden ve zaferden son derece emin, sağlıktan eğitime, adalet ve hukuktan kalkınmaya, ekonomiden dış politikaya kadar hemen her konuya değinerek, heyecanla neler yapılması gerektiğini anlatıyor.

Şaka gibi.

“Türkiye’nin sahibi ve efendisi kimdir” diyerek soruyla başladığı konuşmasında sefalete düşmemize sebep olan kapitülasyonlara değinir ve İmparatorluğun son dönemlerini, Tanzimat kararları ve ülkenin ekonomik olarak ele geçirilmesini son derece net, geçmişten ders alan, güven veren bir şekilde anlatıyor.

Avrupa rekabeti yüzünden mahvedilmiş ve şimdiye kadar ihmal edilmiş olan tarımsal sanayimizi canlandırmalıyız. Toprağın altına terk edilmiş duran madenlerimizi az zamanda işlemeliyiz. Ormanlarımızı çağdaş önlemlerle korumalı, çalışanlarımızın refahını yükseltmeliyiz. Çiftçiye tohumluk vermeli Ziraat Bankası aracılığıyla uygun fiyatlarla tarım alet ve edevatı dağıtmalıyız”.

Bu müthiş öngörülü konuşmanın en çarpıcı yerini eksiksiz olarak paylaşarak, bir durup düşünmenizi istiyorum.

Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az.

Başka da bir şey söylememe gerek yok sanırım.

Screen Shot 2020-12-04 at 9.32.04 PM

Ülkeyi, o günlerde yaşananları hayal ederek, canlı dinliyormuşcasına, hazmederek, satır, satır, yavaş, yavaş okuyun lütfen.

Okuyun, daha sonra arkanıza yaslanıp biraz nefeslenin ve düşünün.

Her şeyden önce hayat ve bağımsızlığımızı sağlamaktan ibaret olan milli amacımıza ulaşmaktan başka bir şey düşünemeyiz..Ülkemizin gelir kaynakları, milli davamızın güvenle elde edilmesine yeterlidir.

Mali gücümüz, fakirane olmakla birlikte, dışardan borç almadan ülkeyi yönetecek ve amacına ulaştıracaktır. Ben yalnız bugün için değil, özellikle gelecek için, devlet hayatı ve ülke refahı noktasından mali durum ve bağımsızlığımıza çok önem veriyorum. Bugünkü mücadelemizin amacı tam bağımsızlıktır. Tam bağımsızlık ise ancak, mali bağımsızlık ile gerçekleşebilir.

Bir devletin maliyesi bağımsızlıktan yoksun olursa, o devletin yaşantısını sağlayan bütün bölümlerinde bağımsızlık felce uğramış demektir. Mali bağımsızlığın korunması için ilk şart, bütçenin ekonomik bünye ile denk ve uygun olmasıdır. Bu nedenle, devletin bünyesini yaşatmak için, başka kaynaklara başvurmadan, memleketin kendi gelir kaynaklarıyla yönetimini sağlayacak çare ve tedbirleri bulmak, gerekli ve mümkündür. Bu nedenle, mali konulardaki uygulamamız, halkı baskı altına almadan, onu zarara sokmaktan kaçınarak ve mümkün olduğu kadar yabancı ülkelere muhtaç olmadan, yeteri kadar gelir sağlama esasına dayanmaktadır.

Şu anda yararlanılamayan gelir kaynaklarından yararlanmak ve halkın isteklerini karşılamayı kolaylaştırmak için, bazı maddeler üzerine tekel koymak zorunlu görülmektedir”.

Ruhun Şad olsun Yüce Atatürk.

Gün geçtikçe daha da büyüyorsun!

Bu yazıyı paylaş:
Facebook
Twitter
LinkedIn
Kaya Boztepe

Kaya Boztepe

Bir Yanıt

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir