Ara
Close this search box.

Ümmetten Millete

“Bu memleket tarihte Türk’tü, halde Türk’tür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır.”

Ümmet’den Millet’e geçmek, kulluk yerine birey, vatandaş olmak kolay olmamıştır. Atatürk’ün Türk Tarih Kurumunu kurması, Türk Dil Kurumunu kurması, araştırmaları, çalışmaları son derece dikkat çekicidir.

 sumer

Araştırmacı Servet Somuncuoğlu, Ordu’nun Mesudiye ilçesi Esatlı köyünün güneyinde bazı kaya resimleri buluyor. Bu resimlerdeki alfabenin ise Türklerin bilinen ilk alfabesi olan Orhun Abideleri’nden daha eski olduğunu görüyor. Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Necati Demir, Mesudiye ilçesi Esatlı köyündeki kaya üstü resimlerinin dünya üzerindeki benzerleri ile karşılaştırıldığında M.S. I. veya II. yüzyılları işaret ettiğini belirtiyor. Kaya resimlerindeki resim, figür ve damgaların Türk kültürünün unsurları olduğuna dikkat çeken Demir, “Esatlı köyündeki kaya üstü resimleri, yazıtlar ve burada bulunan resim ve kitabelerin, ‘Gök Tanrı’ inancına bağlı Peçenek Türklerinden kaldığı tahmin ediliyor.

Atatürk‘e göre Anadolu, en aşağı 7000 yıllık Türk yurduydu! Atatürk, Afet İnan’ın “Türk’ün Tarifi” adlı tezini okuduktan sonra bir sayfanın kenarına kendi el yazısıyla şu notu düşmüştü:

Bu memleket, dünyanın beklemediği, asla ümit etmediği, bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine sahne oldu. Bu sahne en az 7000 senelik Türk beşiğidir! Beşik tabiatın rüzgârlarıyla sallandı; beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurlarıyla yıkandı, o çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvela korkar gibi oldu, sonra onlara alıştı, onların oğlu oldu! Bugün o tabiat çocuğu tabiat oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu, Türk oldu! Türk budur: Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir!”

Padişaha kulluk eden ve kendilerini Osmanlı tebası olarak gören halk Türklüğü aşağılayıcı bir terim olarak görüyordu. Sanki Osmanlı öncesi Türk tarihi yoktu. Dünyada milliyetçilik akımlarının başlamasıyla beraber koca imparatorluk çatırdamaya başlamış ancak hain Padişah ve yandaşlarının tek sıkıntıları, kendi düzenlerini koruyabilmekten ibaretti. Bir imkansızı gerçekleştirerek ülkeyi düşmanlardan temizlemek bir mucizeydi ancak bu mucizeyi başardıktan sonra yapılan mücadele, halkın bilinçlenmesi, bağımsızlık temellerinin atılması da başlı başına ikinci bir mucizeydi.

Azerbaycan’ın elemi, bizim elemimizdir, hoşbahtlığı, bizim hoştbağlılığımızdır. 

Türk alfabesini kabul ederek 28 Mayıs 1918’de kurulan ilk laik, demokrat Türk Devleti olan Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti kurucusu Mehmet Emin Resulzade’ye Atatürk’ün gönderdiği mesaj, kelimesi kelimesine şöyledir:

“Mehemed, Emin Bey, men dünyaya senden üç sene erken göz açmışam. Ancag bütün Türk alemine Türkün istiglal bayrağını sen galdırmışsan ve bayrag enmesin deye, men senin elinden alıb Türkiye üzerinde dalgalandırmışam. Enmez demişsen bu bayrag, enmeyecektir”.

 Lozan anlaşmasının mürekkebi kurumadan, ülkede hala dumanlar tüterken, Atatürk’ün Almanya ve İtalya’yı işaret ederek bir ikinci dünya savaşı çıkacağı ihtimalini göz ardı etmeyin diyerek kabineyi uyarması bir kehanet değil, onun zekasının pırıltılarıdır.

Aynı şekilde 26 Kasım 1930’da Samsun’da bir ortaokulun coğrafya dersinde çekilmiş olan ve daha sonra bir şekilde coğrafya kitaplarından çıkarılan bu fotoğrafı ile Türk Dünyası hakkında söyledikleri de.

Screen Shot 2020-10-10 at 1.23.32 PM

Cumhuriyetin 10 yılı olan 1933’te bir söyleşi sırasında şöyle der.

”Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Fakat o da tıpkı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi dağılabilir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla elinde sımsıkı tuttuğu uluslar avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak, yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevi köprülerini sağlam tutarak. Dil bir köprüdür, inanç bir köprüdür, tarih bir köprüdür. Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz. Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gereklidir‘‘.  

Mustafa Kemal Atatürk, 26 Kasım 1930’da Samsun’da bir ortaokulun coğrafya dersinde Avrasya haritası başında üzerinde Türk Dünyası’nın keskin çizgilerle gösterildiği harita da yanındaki öğrenci ile olan diyalogunu gösteren bu muhteşem resimden başka, bu öngörüsünü 1933 yılında Mısır Büyükelçisi’ne, Çankaya sırtlarından doğmakta olan güneşi göstererek tekrarlamıştır:

“Doğudan şimdi doğacak olan güneşe bakınız! Bugün, günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan, bütün doğu milletlerinin de uyanışını öyle görüyorum. Bağımsızlık ve özgürlüğüne kavuşacak daha çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşları, şüphesiz ki ilerlemeye ve refaha yönelmiş olarak gerçekleşecektir. Bu milletler, bütün güçlüklere ve bütün engellere rağmen, bunları yenecekler ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklardır. Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerini, milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir uyum ve işbirliği çağı alacaktır.“ 

Atatürk ırkçı kafatasçı değildi. Enver Paşa gibi Turan hayalleri kuran, onbinlerce mehmetçiği hesapsız plansız ölüme gönderen biri hiç değildi. Onun inancı kültür birliği ve ilimdi. Yabancılara karşı duyulan hayranlık onu kızdırırdı.

Efendiler!

Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenileşmesine karşılık Türkiye tam tersine gerilemiş ve düşüş vadisine yuvarlanadurmuştur. Artık vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler belirdi. Halbuki, hangi istiklal vardır ki, ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir!

Elbette bu sadece bir Avrupa hayranlığına karşı söylenmiş değildir.

Ya o bitmeyen Arap hayranlığı?

Ali Fuat Cebesoy’un, “Sınıf Arkadaşım Atatürk” kitabından bir hatırası da bu gerçeği gözler önüne seriyor.

Mustafa Kemal 5. Ordu’da Arap ırkından olan askerlere özel muamele yapıldığını ve Anadolu çocuklarından üstün tutulduklarını gördükçe üzülüyordu.

“Osmanlılığın telkin ettiği, bu aşağılık duygusundan ne zaman kurtulacağız”?

Aynı ızdırabı ben de duyuyordum. Yafa’da Mustafa Kemal’in bölüğünde alaydan yetişmiş, Makedonya Türklerinden yaşlı bir yüzbaşı vardı. Yüzbaşı Anadolu’lu kıta çavuşlarına kötü davranıyor yeni Arap erlere karşı ise gereğinden fazla tolerans gösteriyordu. Onların azarlanmasına, hırpalanmasına gönlü razı olmuyordu.

Mustafa Kemal, başından geçen bir olayı şöyle anlatıyor.

Bir gün Makedonyalı yüzbaşı kıt’a çavuşlarından birini bölük komutanı odasına çağırdı. Müfit’le ben de orada idik. Çavuş sağlam yapılı ve yakışıklı bir Türk delikanlısı idi. Yüzbaşı, gencin onurunu kıracak şekilde azarlamaya başladı. Delikanlıdan çok mensup olduğu ırka hücum ediyordu:

“Sen”, diyordu, “nasıl olur da yüce Arap ırkına mensup peygamber efendimizin mübarek soyundan gelen bu çocuklara sert davranır, ağır sözler söylersin? Kendini iyi bil, sen onların ayağına su bile dökemezsin”!

Gittikçe manasızlaşan sözlerle hakaret ediyor, sesi yükseldikçe yükseliyordu. Çavuşun yüzündeki ifadeye baktım. Önce bir babaya duyulan saygının samimiyeti okunan çizgiler sertleşmeye, içten gelen bir isyanın ateşleri gözlerinden okunmaya başladı, fakat gerçek itaatin sembolü olan Türk askeri gibi iç duygularını gemlemeye çalıştı. Göz pınarlarından tanelenen yaşlar yanaklarından döküldü.

Dayanamadım.

“Yüzbaşı efendi susunuz”!

Birden şaşırdı, sözlerinin bizden onay görmesini beklediği anlaşılıyordu.

“Yoksa fena bir şey mi söyledim”? dedi.

“Evet” dedim, “çok fena hakaret ettiniz, buna hakkınız yok, bu erlerin bağlı bulunduğu Arap kavmi bir çok bakımdan yüce olabilir, fakat senin de benim de, Müfit’in de ve çavuşun da mensup olduğumuz ırkın da büyük ve asil bir millet olduğu, asla inkar edilemez bir gerçektir”.

Yüzbaşı başını önüne eğdi, utanmıştı.

Yıllar sonra, bir gün Ankara’da beni de şahit göstererek anlattığı bu gerçek olay karşısında görüşü şu idi:

“Bu ve buna benzer olaylar, Türk aydınlarının kendi kendisini bilmemesinden ve başka milletlerde şu veya bu sebeple üstünlük olduğunu sanarak, kendini onlardan aşağı görmesinden doğmaktadır. Bu yanlış görüşe son vermek için Türklüğümüzü bütün asaleti ve tarihi ile tanımak ve tanıtmak şarttır.”

Mustafa Kemal’in, Türk Tarih Kurumu’nu kurmasının en büyük nedeni bu asil düşüncede aranmalıdır. Atatürk, Türk Milleti’nin asaletine, büyüklüğüne bütün Türklerin inanmasını ve bunu iftiharla savunmasını hayatı boyunca amaç edinmiştir.

 “Ne Mutlu Türküm Diyene” hitabıyla seslendiği zaman, buna tüm varlığı ve içtenliği ile inanmıştı.

 

Bu yazıyı paylaş:
Facebook
Twitter
LinkedIn
Kaya Boztepe

Kaya Boztepe

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir