Mustafa Kemal 1917 Yılı’nda Doğu Cephesi’ndeki savaşlarda Rus ordusu karşısında zafer kazanmış ve paşalık rütbesi almıştır. O günlerde Enver, Talat ve Cemal PaşalarAlmanlarla anlaşarak bir Alman kumandan komutasındaTürk ordusunu Bağdat ve Kudüs’e sürmek istemişlerdir. Enver Paşa, Almanya’ya gidip İmparator ve konutanları tanıyınca, Mustafa Kemal’inde Almanların gücüne inanacağını düşünmektedir. Bu nedenle Mustafa Kemal’i, Veliaht Vahdettin ile beraber Almanya ziyaretine gönderir. Ziyaretin ikinci gününden itibaren, yazımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Ziyaretin ertesi günü kaldıkları otelde Atatürk, Veliaht’a Ludendorf’un taarruzun sonucunu Allaha bırakan inanç karşısında Türk Başkomutanlığı’nın memleketin geleceğini Alman zaferine bağlamasının mantıksızlığını anlatmaya çalışırken dışardan “Kayzer, Kayzer geliyor” sesleri duyuldu. İmparator, Veliaht’ı ziyarete gelmekteydi.
Mustafa Kemal Vahdettin’e ısrarla sorması gereken konuları yol boyunca anlatmıştı. Veliaht da buna inanmış ve aynı fikirleri paylaşıyordu. Mustafa Kemal anılarında şöyle devam ediyor.
“İmparatoru karşılamaya gittik. Kayzer salona girdi. Hep beraber oturduk. İmparator centilmence konuşuyor, sadık ve vefakâr Osmanlı Devleti’nin çok kıymetli bir Alman müttefiki olduğundan ve özellikle (katıksız Alman hayranı) Başkumandan Vekili Enver Paşa Hazretlerinin bu dostluğun kıymetini anlayarak çalıştığından, Alman Başkumandanlık Genelkurmay’ın, bu özel kişiye duyduğu güvenden bahsediyordu.”
Konuşmanın ardından Vahdettin, Mustafa Kemal Paşa’nın önemle sormasını istediği soruyu Naci Paşa aracılığı sorar.
“Türkiye’nin Almanya’ya karşı sadakat ve vefasından, güçlü Alman müttefiklerinin mutlu sona erişeceklerinden bahsetmeleri Osmanlı Devleti’nin yarınını düşünmek durumunda bulunan bizlerde büyük bir rahatlama ve teselli uyandırdı. Ancak genel durumu incelemek, irdelemek bir noktayı daha iyi anlayabilmek ihtiyacındayım. Türkiye’nin kalbine vurulan darbeler durmadan ilerlemektedir. Eğer bu darbeler başarılı olursa Türkiye mahvolacaktır. Bu darbeleri durdurmak için yeterli teminat ifade eden fikirlerinizi dinleyemedim. Lütfen bu konuda beni biraz aydınlatır mısınız?
Yine Atatürk’den dinleyelim.
İşte bu soru üzerine İmparator, oturduğu sandalyeden derhal ayağa kalktı ve “Türkiye’nin muhterem Veliaht’ı, anlıyorum ki, sizin kafanızı karıştıranlar vardır. Ben Almanya İmparatoru size kesin ve başarılı bir gelecekten bahsettikten sonra şüpheniz kalır mı, kalmaz mı?” dedikten sonra bizi terk edeceğini nezaketle ima etti. Salonun kapısına doğru yürüdü. Vahdettin ve arkasından bizler, Kayzer’i salonun kapısından dışarı çıkardık. Kayzer sola doğru giden bir koridordan yürüyecekti. Ben Kayzer’in hoşuna gitmediğimi anladığım için aksi yöne doğru ve biraz uzakta durdum. İmparator, Veliaht’ın ve sonrasında ona yakın bulunan Naci Paşa’nın ellerini sıkarak, uzağında bulunan bana baktı ve bulunduğu koridordan yürümeye devam etti.
Benim elimi sıkmamıştı. İmparator’un hakkı vardı. Veliaht’ın yanında bulunan herhangi bir generalin elini sıkmak için onun ayağına mı gidecekti? General’in İmparator tarafından eli sıkılmak şerefini yaşamak için biraz davranması gerekmez mi? Bu kusurumu itiraf ederim. Bilmem neden durgun, hareket etmeden, sabit ve dalgın bir vaziyet almıştım. İmparator, iki üç adım yürüdükten sonra tekrar geri döndü, bana yaklaştı:
-Affedersiniz sizin elinizi sıkmamıştım.
Elimi uzattım, “çok nazik ve yüce gönüllü iltifatlarınıza mazhar oldum.”
Bu çok da keyifli geçmeyen toplantı sonrası İmparator, Türk heyetini akşam yemeğine davet eder. Mustafa Kemal’i dinlemeye devam ediyoruz.
“Kayzer’in karşısında bir prens, sağında Vahdettin, solunda Berlin Sefiri Hakkı Paşa merhum ve prensin solunda da ben bulunuyorduk. Benim solumda Ludendorf vardı. Ludendorf, Fransızca konuşarak benimle görüşüyordu. İmparator, Ludendorf a Almanca, sağındaki adamla konuş! dedi. Ludendorf, ben de aynı bunu yapıyorum dedi. Elbette Almanca bildiğim için İmparator’un ihtarını ve Ludendorf un cevabını anlamıştım. Kafası büyük harekâtın idaresiyle yoğun olan Ludendorf, yemek esnasında hatırımda yer tutacak kadar ciddi bir konuya değinmedi. Yemek bitti, bu salona bitişik, âdeta onun büyük parçasına benzeyen diğer bir salon vardı. Sofrada hazır bulunanlardan bir kısmımız oraya geçtik. Karşıda İmparator, Hindenburg, Ludendorf, Alman Başvekili olduğunu zannettiğimiz bir zat, bizim tarafımızda da Veliaht, Hakkı Paşa ve bizler. İmparator bir köşede ayakta Veliaht ile tatlı tatlı konuşuyor. Ben, arkasını, iki salonun arasındaki duvara dayamış, çok heybetli ve canlı, zeki, her şeyin farkında olduğu her halinden belli olmakla beraber anladıklarını herkesle paylaşmaktan çekinen yüksek bir şahsiyet karşısındayım, Hindenburg!
Hindenburg ile görüşmek istiyor, kendisini özellikle Veliaht ile beraberken konuştukları zeminine çekmeye çalışıyordum.
Mareşal, ziyaretimiz sırasında Suriye’de durumların düzeldiğini , son günlerde yeni ve taze bir süvari birliğininsavaş meydanına ulaştığını söylemişti. Oysa bu büyük adamın bahsettiği elbette oradaki kumandanların verdiği rapordan oluşuyordu. Aslında bu süvari birliği, ben henüz 2. Ordu Kumandanı iken, Yıldırım Grubu’nu takviye için bu gruba gönderilmesi istenilen birlikti. Ben, 7. Ordu Kumandanı olmadan önce, bu süvari birliğinin oluşması ve yetişmesi için çok çalışılmıştı. Ancak toplanılabilen bu gezgin kuvvet o kadar zayıftı ki, önce bu zayıf hayvanların Resülayn civarındaki otlaklarda beslemek ve ondan sonra yararlı olup olamayacağına bakmak gerekiyordu. Ben aylar sonra 7. Ordu Kumandanı olduğum zaman bu birlikten istifade edip edemeyeceğimi araştırdım. Aldığım ciddi bir rapor, birliğin faydalı olamayacağı yönündeydi . Oysa karargâh’da Hindenburg, bu birliğin kurulmuş ve savaş meydanına gönderilmiş olduğunu söylüyordu. Mareşal’e bu maceramı anlattım ve dedim ki, benim söyleyeceğim sözler sizin aldığınız raporlara uymayabilir. Fakat inanın, hakikattir. Bunu kabul ediniz.
Sonra Mareşal, siz önemli bir taarruz yapıyorsunuz ve zannetmem ki, buna çok bel bağlamış olasınız, yalnız bana söyler misiniz, güven içinde ümit ettiğiniz hedef ve sonuç nedir?
Büyük ve ihtiyatlı asker benim bu soruma cevap verebilir miydi? Zaten kendisinden bunu beklememeliydim. Bu belki de biraz laubali durumum, olası, İmparator Hazretlerinin sofrasında bize ikram edilen nefis şampanyaların etkisiyle olmuştu.
Mareşal, söylediklerimi dikkatle dinler gibi göründü; fakat çok basit ve şirin bir cevap verdi. Salonun ortasında duran ve üzerinde çeşitli sigaralar bulunan ufak masayı göstererek:
-Ekselans, size sigara takdim edebilir miyim?
Hindenburg her şeye cevap vermişti. Ortada masaya gittik, kendi eliyle bana bir sigara verdi. Meğer Vahdettin ile konuşan İmparator, bizi izliyormuş. Almanca Mareşal’e sordu:
-Ne diyor?
Mareşal cevap verdi:
-Bir şeyler!
Ben sigaramı yaktıktan sonra Hindenburg’u bıraktım, İmparator ile konuşan Vahdettin’in yanına gittim:
-Hakikati anlıyor musunuz? diye sordum. Muhatabınız Almanya İmparatorudur. Benim size arz ettiğim endişeleri izah edecek bir tek kelime söyledi mi?
-Hayır! dedi.
-Konuşmaya devam ediniz, dedim ve ciddi konuşunuz; bütün endişeleri İmparator’a söylemekten çekinmeyiniz, ben eminim ki, o memnun olmayacaktır. Fakat hiç olmazsa Türkiye’de gerçekleri görenlerin çoğunluğuna inanacaktır.
Veliaht, masum bir tavır takınarak, “öyle yapıyorum” dedi.
Veliaht ve beraberindekilere cephedeki birlikleri gezdirerek Alman ordusuna güvenlerini artırmak için bir program hazırlanmıştır. Büyük bir karargâha gidilir, burada Alman Komutanı, Veliaht’a, gayet güzel hazırlanmış, renkli haritalar üzerinden birliğinin durumunu parlak sözlerle açıklar. Bu güzel açıklamayı dinleyen Veliaht, Mustafa Kemal Paşa’ya usulca: “Ya buna ne dersin?” der.
Sarı Paşa fısıldar, “durumu yerinde, arazide, görmek istediğinizi” söyleyiniz!
Teklif kabul edilir ve cepheye giderler. Orada da kendileri için önceden hazırlanmış bir gezi planı ile karşılaşırlar. Mustafa Kemal “bu planı bırakalım ve benim göstereceğim yere gidelim” der ve anlatmaya devam eder. “O anda bir kargaşalık oldu. Vahdettin, hazır krokiye uygun olarak yürümeye devam etti. Bende bir asker inadı uyandı. Onları takip etmedim. Edinmiş olduğumuz haritaya güvenerek ateş hattının bir noktasına yürüdüm ve ateş hattı gerisinde bir ağacın dibine geldim. Orada genç bir subay ağaç üzerinde gözetleme yapıyordu. Bana refakat eden Alman subaylar da vardı. Gözetleme yapan subay aşağı indi ve gördüklerini anlattı.
-Müsaade eder misiniz, ben de bu ağaca çıkayım dedim.
-Hay, hay dediler.
Ağaca çıktım, subayların söylediklerini aynen gördüm. Fakat asıl konu bu gözlem konusuydu. “Bu düşman karşısında kuvvetiniz, tertibatınız, ihtiyatlarınız nedir, lütfen bana söyler misiniz?
Ateş hattının saf olan subay ve kumandanları, Türk müttefiklerinin bir kumandanına gerçekleri söylediler. Gerçek şu idi: Piyade kuvvetler hemen hemen artık sayıca yetmez durumdaydı. Süvarilerin piyade gibi kullanılması durumuna mecbur kaldıklarını söylediler, o da birinci hattın durumuna göre nitelik ve nicelikten çıkmıştı. Bu bilgiyi aldıktan sonra, hayrete düşerek kendilerine çekinmeden “ o halde tehlikedesiniz” dedim.
-Öyle! dediler.”
Başından beri cephe genişleten Almanların durumunu tedirginlikle izleyen Sarı Paşa’nın, özellikle bu andan itibaren artık hiç bir şüphesi kalmamıştır.
Almanlar bu savaşı kaybetmeye mahkumdur.
Gelecek sayımızda Mustafa Kemal Paşa ile Vahdettin’in ülkeye geri dönüşleri ve Paşa’nın ülkeyi düştüğü durumdan kurtarmak için Vahdettin’e sunduğu inanılmaz teklifi anlatacağız.